Pazar, Ocak 28, 2007

Sorular ve Cevaplarla Yeni Lizbon Stratejisi

Avrupa Komisyonu başkanı Jose Manuel Barroso 2 Şubat Çarşamba günü Lizbon
stratejisini yeniden canlandırmayı hedefleyen öneriler paketini Avrupa
Parlamentosu’nda açıkladı.
Avrupa Komisyonu’nun AB'de daha fazla büyüme ve istihdam yaratmak amacıyla
belirlediği eylem planına göre hedeflenen, 2010'a kadar Gayri Safi Milli Hasıla'yı yüzde üç artırmak ve 6 milyonun üzerinde iş olanağı yaratmak.
Ancak bu noktada akıllara pek çok soru geliyor. Avrupa Parlamentosu’nun 2 Şubat
tarihinde yayınladığı memorandumda bu sorular şu şekilde ele alınıyor:

Neden Lizbon Stratejisinde yeni bir başlangıca ihtiyaç duyuldu?
Avrupa Birliği'nin 2000 yılında Lizbon Gündemi adı altında aldığı kararlara ulaşmak içın şu ana kadar yeterince ilerleme kaydedemediği düşünülüyor. 1996’dan bu yana Avrupa her geçen yıl Amerika’nın gerisinde kalıyor. ABD işgücü verimliliği konusunda
Avrupa’nın iki katı daha hızlı ilerliyor.
Avrupa yeterince yatırım yapmıyor; yatırımda büyüme Avrupa’da ortalama %1.7 iken,
Amerika’da bu rakam yılda % 5.4.
AB, Araştırma & Geliştirmeye (AR-GE) yeterince para harcamıyor: ABD, ARGE’ye
Avrupa’dan 100 milyar Euro daha fazla harcıyor.
Amerika nüfusunun yüzde % 32’si üniversite ya da dengi bir okuldan mezunken
Avrupa’da bu, % 19’larda kalıyor. Ayrıca Amerika, Avrupa ülkelerinin pek çoğunun
öğrenci başına yaptığı yatırımın iki katını yapıyor.
2004 yılında Euro alanının ortalama büyümesi % 2.2’de kalırken ABD ekonomisi %
4.3, Japonya % 4.4, Hindistan % 6.4 ve Çin % 9 büyüdü.

Avrupa Komisyonu’nun önerisinde yeni olan kısımlar neler?
1. İstihdam ve Büyümeye odaklı yeni bir Eylem Planı
Yeni eylem programı birliğe ve üye ülkelere üretkenliği artıracak yeni ve daha iyi
istihdam olanakları yaratmayı sağlayacak öncelikleri belirliyor.
Büyümeye itici güç sağlayacağı düşünülen yeni eylem planının ana hatları şöyle:
• Tek pazarı genişletmek ve derinleştirmek
• AB altyapısını genişletmek ve iyileştirmek
• Yatırımı desteklemek ve Araştırma&Geliştirme için vergi ortamını geliştirmek
• AB devlet yardımını Araştırma&Geliştirme ve yenilik icin kullanmak
• Bölgesel yenilik kutupları oluşturmak ve bir “AB Teknoloji Enstitüsü” kurmak
• Çevresel teknolojilerin geliştirilmesini teşvik etmek
• Avrupa Teknoloji Girişimleri oluşturmak
• AB Gençlik Girişimi ile gençlerin işsizlik sorunuyla mücadele etmek
2. Üye ülkelerin daha iyi adapte olabilmeleri için yeni aktarım mekanizması
Avrupa Komisyonu, yenilenmiş Lizbon stratejisinin herşeyiyle nasıl uygulanacağına
dair öneri getiriyor.
Buna göre,
• Üye ülkelerin parlamentoları ile görüştükten sonra kendi hükümetlerince kabul
edecekleri istihdam ve büyüme için “Tek Ulusal Eylem Programı” oluşturulması
• Üye ülkelerin hükümetleri düzeyinde stratejinin farklı ögelerini koordine etmekten ve Lizbon programını sunmaktan sorumlu olacak Bay veya Bayan Lizbon atanması
• Büyüme ve istihdam için Ulusal Lizbon programlarının ekonomi ve istihdam için
başlıca raporlama aracı olarak kullanılması
öngörülüyor.

Neden bu kez başarı elde edileceğine inanılıyor?
AB düzeyinde ve üye ülkelerde acil olarak büyüme ve iş konusunun ele alınması
gerektiğine dair siyasi uzlaşma sağlanmış durumda. Yeni önerilen büyüme ve iş
stratejisi AB düzeyinde ve üye ülkeler arasında net bir şekilde sorumluluk dağılımına
dayanıyor. Avrupa Komisyonu’nun bu noktadaki görevi üye ülkeleri yönlendirmek
ancak ekonomik reform sürecinde asıl sorumluluk üye ülkelere düşüyor.
Üye ülkelerin yoğun katılımının yenilenen stratejinin daha iyi uygulanmasına katkıda
bulunacağı düşünülüyor. Ancak üye ülkelerin ekonomik reform için çok kararlı
davranmaları ve vatandaşlarına bu reformların önemini açıklamaları gerektiği
vurgulanıyor.

Komisyonun bu noktadaki rolü ne olacak?
AB düzeyinde, Komisyon politika belirlemedeki merkezi rolünü kullanacak ve bunların
uygulamaya geçirilmesini sağlayacak. Parlamento ve Konsey ile çok yakın çalışacak.
Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi, Bölgeler Komitesi ve Avrupa Yatırım Bankası
gibi AB kurumlarının ilgili konulardaki uzmanlığından faydalanacak.
Ulusal düzeyde, Komisyon, kıyaslama, mali destek, sosyal diyaloğun teşviki ve en iyi
uygulamaların belirlenmesi hususunda üye ülkerin işlerini kolaylaştırıcı rol oynayacak. Ayrıca, Avrupa Komisyonu raporlama ve koordinasyon yöntemlerini kullanarak
kaydedilen ilerlemeleri izleyecek ve değerlendirmesini yapacak.

Bu öneri ile ekonomik açıdan hedeflenenler neler?
Ne kadar büyüme ve iş bekleniyor?
Lizbon eylem planının en azından 2010 yılına kadar AB GSMH’sini % 3 artırması ve
böylelikle 6 milyondan fazla iş olanağı yaratması bekleniyor.
Bütün bunlar aşağıdaki önlemlerin alınmasının ortak bir sonucu olarak ortaya çıkacak;
- İşgücü nüfusunun ortalama eğitim düzeyinde bir yıllık artışı GSMH’nin
yüzde 0.3’den fazla büyümesini tetikleyecek bir önlem olarak görülüyor.
- AB’nin toplam Araştırma ve Geliştirme harcamalarını GSMH’nın % 2’sinden % 3’üne
çıkarması GSMH düzeyini 2010 yılına kadar % 1.7 artırması ve yıllık GSMH büyüme
oranını % 0.25 yükseltmesi hedefleniyor.
Telekomünikasyon ve elektrik piyasasının tam serbestleştirilmesi uzun vadede
GSMH’nin % 0.6 oranında artmasını sağlayabilecek. Öte yandan daha fazla mali
bütünleşmenin istihdam düzeyini % 0.5’e çıkarırken GSMH’yi de % 1.1 artıracağı
tahmin ediliyor.

Yeni Büyüme ve İş gündemi ile önerilen mali çerçeve ve İstikrar Paktı arasındaki ilişki nedir?
Sağlam makro ekonomik ortam olmadan, sürdürülebilir kamu finansmanı
sağlanamadan, ya da yeniliğe, Araştırma& Geliştirmeye yönelik uygun yatırım
yapılmadan büyüme sağlanamayacağına inanılıyor.
Sonuç olarak Lizbon stratejisi, AB’nin yaşlanan nüfusu nedeniyle karşılaşacağı
sorunlarla mücadele edebilmesi ve gittikçe artan özellikle de Hindistan ve Çin gibi
ülkelerden kaynaklanan uluslararası rekabet karşısında üretkenliğini, büyümesini ve
istihdam yaratma gücünü koruyabilmesini amaçlıyor.


ABHaber 08.02.2005 Brüksel

Avrupa Birliği Ekonomik Yaklaşımı

Bankacılar Dergisi, Sayı 52, 2005

Avrupa Birliği Ekonomik Yaklaşımı:
Lizbon Stratejisi ve Maastricht Kriterleri
Alpan İnan
TBB , Bankacılık ve Araştırma Grubu Uzmanı

1. Giriş
Türkiye Cumhuriyeti uzun bir süreden beri arzuladığı Avrupa Birliği üyeliği hedefinde,
2004 yılı sonunda yeni bir aşamaya gelmiş gibi görünmektedir. Bu durum, Türkiye’de Avrupa
Birliğine dönük –ve zaten güçlü olan- ilginin iyice artmasına neden olmuştur.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinin başarılı olacağı kesin değildir. Bununla
beraber, Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerin eskisinden de daha güçlü hale geleceği
kesin gibidir.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ekonomik ilişkiler her zaman güçlü seyretmiştir.
Türkiye, 1 Ocak 1996’dan bu yana Avrupa Birliğinin Gümrük Birliği anlaşmasına uyum göstermektedir,
yani yaklaşık 9 yıldır AB ile Türkiye arasında bir gümrük birliği mevcuttur. Ayrıca
Türkiye’nin dış ticaretinin yaklaşık yarısı AB üyesi ülkelerle yapılmaktadır. (Mesela Eylül
2004 itibariyle Türkiye’nin ihracatının yüzde 54’ü ve ithalatının yüzde 47’si AB üyesi ülkelerle
gerçekleştirilmiştir.)
Gerek AB üyeliği sürecinin getirdiği perspektif, gerekse dış ekonomik ilişkilerde Avrupa
Birliği ülkelerinin işgal ettiği ağırlıklı rol; başta finansal sektör olmak üzere Türkiye
mevzuatına uluslararası temel ilke ve standartların kabulünde, AB üyesi ülke mevzuatlarının
yoğun bir şekilde kullanımına ya da onların örnek alınmasına yol açmıştır.
Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerin gücünü ve görünür bir gelecekte bu ilişkilerin
daha da güçleneceğini anlatmaya dönük örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hatta,
Türkiye’nin üyelik süreci bir şekilde başarısız olsa dahi bu ilişkilerin önemini korumaya devam
edeceği de rahatlıkla söylenebilir. Buna karşın, eğer Türkiye’nin üyelik süreci başarılı
olursa, yani 10-15 yıl sonra Türkiye Avrupa Birliğinin –yani 2005 yılı itibariyle dünyanın en
büyük ekonomisinin- üyesi olabilirse, sadece bu dev ekonomiyle olan ilişkilerimiz daha da
kuvvetlenmeyecek, ayrıca bu ekonominin nimetleri ve sorunları, bizim de nimetlerimiz ve
sorunlarımız haline gelecektir.
Bu nedenle, Avrupa Birliğinin ekonomik durumunun ve özellikle de ekonomik vizyonunun
anlaşılması önem arzetmektedir. Avrupa Birliğinin son bir kaç senede ekonomideki
temel yaklaşımını, hatta paradigmasını değiştirmeye çalıştığı görülmektedir. Bu değişiklik,
Avrupa Birliği ekonomilerinin ciddi bir yapısal değişiklik geçirmesi gerektiğini söyleyen ve
bu değişikliğin 2000-2010 dönemi içinde nasıl ve hangi araçlarla gerçekleştirileceğini belirleyen
Lizbon Stratejisinde çok net bir şekilde tarif edilmiştir. Avrupa Birliğinin ekonomik vizyonunun
ikinci ayağı 1993 yılından beri yürürlükte olan ve hem üye ülkelerin uymaları, hem
de aday ülkelerin gerçekleştirilmeleri beklenen Maastricht Kriterleridir.
Bu çalışma, ağırlıklı olarak adı geçen iki belgenin incelenerek, Avrupa Birliği ekonomilerinin
önlerinde uzanan dönemi nasıl gördüklerini, sorunların nasıl tarif edildiğini ve çözümleri
için nasıl önlemler alındığını anlamaya yöneliktir.
Çalışma beş bölümdür. İlk bölüm, çalışmanın gerekçesi ve amacının anlatıldığı giriş
bölümüdür. İkinci bölümde Lizbon Stratejisi ve Maastricht Kriterleri incelenmektedir. Üçüncü
ve dördüncü bölümler Lizbon Stratejisi ve Maastricht Kriterlerinin uygulama sonuçlarını
incelemekte, bir bakıma Avrupa Birliği ekonomilerinin bu alanlardaki başarısını tespit etmeye
çalışmaktadır. Çalışma genel bir değerlendirmenin yapıldığı beşinci bölümle son bulmaktadır.
2. Lizbon Stratejisi ve Maastricht Kriterleri
2.1. Lizbon Stratejisi
Lizbon Stratejisi adıyla anılan belge, 23-24 Mart 2000 tarihinde, Lizbon’da gerçekleştirilen
Avrupa Konseyi toplantısına sunulan bir rapordur. Rapor, özünde, Avrupa Birliğinde
uygulanan ekonomi politikalarının, özellikle Avrupa Sosyal Modelinin kapsamlı bir eleştirisidir.
Raporun bakış açısı, Avrupa Birliğinde uygulanan politikaların başarısını, diğer büyük
ekonomilerle karşılaştırarak ölçme amacına dönüktür. Bir başka deyişle ABD, Japonya gibi
diğer rakip ekonomilerin başarısıyla AB ekonomisinin başarısını kıyaslamaya yöneliktir.
Böylece, Avrupa Birliği ekonomik politikalarının başarısızlığı özellikle ABD ile yapılan
kıyaslama sonucu ortaya çıkmaktadır. Raporun Avrupa Birliği ekonomilerinin zaafları
olarak sunduğu temel tespitleri, ABD ekonomisi ile yapılan kıyaslamaların sonucudur. Bu
çerçevede, raporun temel görüşü şöyle özetlenebilir: Eğer Avrupa Birliği, ABD ile rekabet
edebilmek istiyorsa, öncelikle aşağıdaki tespitleri kabul etmek ve düzeltmek durumundadır.
􀂃 Avrupa Birliğinin ekonomik büyüme hızı genellikle ABD’nin gerisindedir.
􀂃 Avrupa Birliğinde işsizlik kabul edilemeyecek ölçüde yüksektir ve bu durum yarattığı ekonomik
kayıpların yanı sıra, çok sayıda kişinin kendisini toplumdan dışlanmış hissetmesine
yol açan bir sosyal sorun da yaratmaktadır.
􀂃 Avrupa Birliği ekonomisi, başlıca rakipleri –özellikle ABD- kadar dinamik ve istihdam
yaratma yeteneğine sahip bir ekonomi değildir.
Lizbon raporu bu üç tespiti yaptıktan sonra, Avrupa Birliği ekonomisinin bu temel zaaflarının
nedenleri üzerinde durmaktadır. Buna göre, Avrupa Birliği ekonomisinin temel sorunu
bilgi-temelli (knowledge-based) bir ekonomiye dönüşememiş olmaktır.
Bilgi temelli bir ekonomiye dönüşemeyen Avrupa ekonomisi öncelikle girişimci ihtiyacını
yeterince karşılayamamakta ve ekonomiye katılan yeni küçük ve orta boy işletme sayısı
kısıtlı kalmaktadır. Yeni küçük ve orta boy işletmelerin ekonomiye yeterince katılmaması,
istihdam yaratımını olumsuz etkilemektedir.
Yetersiz istihdam ise işsizlikle mücadeleyi zorlaştırmaktadır. İşsizliğin getirdiği ekonomik
ve sosyal maliyetler dışında işsizliğin çok önemli bir bedeli daha olmaktadır. Bu bedel
sosyal güvenlik kurumlarına daha az primin yatırılmasıdır. Avrupa Birliği nüfusunun ortalama
yaşı yükselmekte, yani nüfus yaşlanmaktadır. Gelecekte de bu eğilimin devam etmesi beklenmektedir.
O halde, gelecekte sosyal güvenlik kuruluşlarına daha da az prim yatarken, bu
kuruluşlardan daha çok sayıda ve daha yaşlı (dolayısıyla sağlık giderleri daha yüksek) insan
faydalanacaktır. Dolayısıyla bugün genç olmasına rağmen, istihdam eksikliği nedeniyle çalışamayıp,
sosyal güvenlik kuruluşlarına prim ödeyemeyen işsiz kesimin varlığı sorunu daha da
ağırlaştırmaktadır.
Rapora göre, yine Avrupa Birliği ekonomisinin bir bütün olarak en önemli zaaflarından
biri araştırma-geliştirme faaliyetinin eksikliğidir. Günümüzde istihdam yaratan sektörler,
özellikle bilişim, mobil iletişim ve internet gibi araştırma faaliyetlerinin ve bilginin önem arz
ettiği, buna karşın görece kısıtlı bir sermayeye ihtiyaç duyan sektörlerdir.
Avrupa Birliği işte bu alanlarda –yine ABD ile kıyaslandığında- oldukça yetersizdir.
Ayrıca, araştırma-geliştirme faaliyetlerine temel oluşturacak olan altyapı ve göstergeler de
ABD’ye kıyasla geri durumdadır. Başta araştırma- geliştirme faaliyetlerine milli gelirden ayrılan
pay ile internet kullanımı ve erişimi olmak üzere, pek çok göstergede Avrupa Birliği ekonomileri
ABD’ye göre dezavantajlı konumdadır.
Nihayet üçüncü bir ana sorun grubu, Avrupa Birliği ülkelerinde düzenleyici maliyetlerin
yüksekliği, hizmet sektörü ticaretine getirilen bazı kısıtlamalar, fikri hakları korumak için
AB çapında etkin olacak bir patent yasasının ve düzenlemelerin olmaması ve bazı sektörlerin
(başta enerji ve hava taşımacılığı olmak üzere) milli düzeyde korunmasının büyük bir AB iç
pazarı oluşmasına engel olması gibi, düzenleyici ve idari nitelikteki sorunlardır.
Lizbon Raporu, Avrupa Birliği ekonomisinin temel zaaflarını ve nedenlerini bu şekilde
tespit etmiş ve ekonominin iki ana temel politika hedefi çerçevesinde biçimlendirilmesini
önermiştir. Bu hedefler şöyledir:
􀂃 Ekonomik reformların temel amaçlarından birisi, ekonomiyi bir bilgi-temelli ekonomiye
çevirmek olmalıdır.
􀂃 Avrupa Sosyal Modeli, öncelikleri arasına insana yatırımı, özellikle eğitim yatırımlarını
alacak şekilde yeniden tasarlanmalıdır.
Bu iki ana politika hedefini gerçekleştirmek üzere altı tane öncelikli alan tespit edilmiş
ve ekonominin yeniden düzenlenmesinin bu altı alandaki başarıya bağlı olduğu belirtilmiştir.
Bu altı alan, raporda şöyle sıralanmıştır.
i. E-Avrupa: Raporun temel tespitlerinden biri, ABD’nin internet kullanımı ve
internet teknolojileri üretiminde, AB’ye kıyasla oldukça avantajlı olduğudur. Buna karşın,
AB’nin mobil iletişim sektöründe belli bir avantajı vardır ama bu avantaj, gerek internetin giderek
daha yoğun biçimde mobil iletişim araçlarına kayması nedeniyle, gerekse araştırma geliştirme
faaliyetlerine ABD’nin AB’ye kıyasla daha büyük önem vermesi nedeniyle; kaybolmaktadır.
Avrupa Birliğinin bilişim teknolojilerinde ABD ile rekabet edebilmesi için başta
telekom özelleştirmelerinin tamamlanması ve e-ticaret alanına yatırım yapması gibi bir dizi
öneri raporda yer almaktadır.
ii. İç Pazar: Raporda ele alınan bir başka öncelikli alan ise, Avrupa iç pazarının tamamlanmasıdır.
Rapora göre, Avrupa iç pazarı aslında oldukça büyük ölçüde tamamlanmış ve
gerek ekonomik büyümeye, gerekse rekabet ve istihdama çok önemli katkılar sağlamıştır. Bununla beraber, halledilmesi gereken ve Avrupa iç pazarının etkinliğini düşüren bir dizi sorun
vardır. Bu sorunlar şöyle sıralanmıştır.
a. AB ülkelerinde, kamu sektörü tarafından gerçekleştirilen üretim, halen toplam milli gelirin
yüzde 12’si düzeyindedir .
b. AB genelinde düzenleyici masraflar olarak adlandırılan ve idari nedenlerle ortaya çıkan
maliyetler çok yüksektir. (milli gelirin yüzde 3-5’i) Ayrıca, entelektüel hakları korumak için
AB çapında geçerli olacak bir patent yasasına ihtiyaç bulunmaktadır.
c. Özellikle hizmet sektörünün ticaretinde çeşitli ülkelerden kaynaklanan sınır engelleri halen
mevcuttur.
d. Başta enerji ve havacılık sektörleri olmak üzere, bazı sektörler tüm AB ülkelerine açık ve
bütünleşmiş bir yapı arz etmemektedir. Çoğu AB ülkesinde bu sektörler ayrı piyasalar halindedir.
Halbuki tüketici harcaması ve iş masrafları üzerinde doğrudan etkili olan bu piyasaların
bütünleştirilmesi gerekmektedir.
iii. Finansal Piyasalar: ABD ile kıyaslandığında, Avrupa Birliği ülkelerinde finansal
piyasalar dağınık ve etkinlikten uzak bir yapı arz etmektedir. Örnek olarak, ABD’de mevcut
bulunan 2 menkul kıymet borsasına karşın, AB ülkelerinde toplam 33 tane menkul kıymet
piyasası bulunmaktadır. Benzer şekilde, ABD’de bir tane olan dış ödeme sistemi, AB ülkelerinin
tümü gözönüne alındığında 11 tanedir. Toplam piyasa kapitalizasyonu itibariyle bakıldığında
da, AB ülkelerindeki menkul kıymet piyasalarının toplam kapitalizasyonu, ABD menkul
kıymet borsalarındakinin ancak yarısına ulaşmaktadır.
Finansal piyasaların gelişiminin önündeki önemli bir sorunun emeklilik fonlarına getirilen
çeşitli kısıtlamalar olduğu belirtilmiştir. Bu kısıtlamaların kaldırılması ve her AB ülkesinin
–prim yaratma alanında en iyi performansa sahip olan- Hollanda düzeyine gelebilmesi
durumunda, AB borsalarına 5 trilyon Euro (AB milli gelirinin yüzde 55’i) civarında ek kaynak
sağlanabileceği hesaplanmıştır. Bu kaynağın sağlanmasının hem sosyal güvenlik kurumları
üzerindeki baskının azalmasına, hem de yeni girişimlere, dolayısıyla istihdam yaratılmasına
katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
iv. Girişimci Avrupa: Önerilen ekonomi politikaları arasında, en çok önem verilenlerden
bir tanesi de AB ülkelerinde girişimciliği canlandırmaktır. Girişimciliğin desteklenmesinin
iki önemli fayda sağlayacağı düşünülmektedir.
Raporda, öncelikle bilgi temelli bir ekonomide, istihdamın büyük kısmının küçük ve
orta ölçekli yeni girişimler tarafından sağlandığına dikkat çekilmektedir. Yeni girişimlerin bir
kısmı başarılı olamasa da, başarılı olanlar büyüme kapasitesi yüksek, rekabetçi ve dinamik
şirketlere dönüşmektedir. Bu şirketler de istihdam yaratılmasında en önemli kaynak olmaktadır.
Girişimciliğin desteklenmesinin ikinci önemli faydası, bu tür yeni şirketlerin rekabetçi
yapıları ve esneklikleri nedeniyle ekonomik büyümenin de motorunu oluşturdukları tespitidir.
Gerek milli gelir artışı, gerekse milli gelir artış hızının yükseltilmesinde, yeni ve girişimci
firmalar çok önemli bir rol oynamaktadırlar.
Girişimciliğin desteklenmesi için raporda iki temel önlem önerilmiştir. Öncelikle bu
tür şirketlerin rekabetçi bir ortamda doğmalarını ve büyümelerini sağlayacak olan dinamik bir
piyasa ortamını sağlamak temel hedef olmalıdır.
Önerilen ikinci önlem ise girişimciliğin çeşitli alt gruplar bazında doğrudan desteklenmesidir.
Bu tür doğrudan desteklere örnek olarak, kadın girişimcilerin özellikle teşvik edilmesi,
başarısız olmuş girişimcilere ikinci bir şans verilmesi gibi hususlar sayılabilir.
v. Avrupa Araştırma Alanı: Lizbon Raporunun öncelik verdiği bir diğer alan ise, araştırma
geliştirme faaliyetleridir. Yukarıda değinildiği gibi, bilgi temelli bir ekonomide, ekonomik
büyümenin ve istihdam yaratılmasının arkasındaki temel faktörün yeni ve girişimci
firmalar olduğu düşünülmektedir. Yeni ve girişimci firmaların rekabetçi ve etkin bir yapı kazanmalarının
tek yolu ise, araştırma geliştirme faaliyetlerine önem verilmesidir. Rapor, Avrupa
Birliği ülkelerinde yürütülen araştırma geliştirme faaliyetlerinin ABD ile kıyaslandığında
oldukça yetersiz olduğu yorumunu yaptıktan sonra, aradaki farkın da açılmakta olduğunu
vurgulamaktadır. Bu durumun en önemli nedeni olarak, AB ülkelerinde araştırma geliştirme
birimlerinin birbirlerinden ayrı çalışmaları ve yeterli koordinasyona sahip olmamaları gösterilmektedir.
vi. Finansal Araçlar: Öncelikle ele alınması istenen 6 alanın sonuncusu ise finansal
araçlardır. Raporda halen kullanılmakta olan finansal araçların, daha doğrusu bunların kullanım
sıklığı ve dağılımının bilgi temelli bir ekonomiye uygun olmadığı ve gerekli uyumun
sağlanması gerektiği dile gerektirilmektedir.
2.2. Lizbon Stratejisinde Önerilen Somut Önlemler
Lizbon Stratejisi bir önceki bölümde ele alınan AB ekonomilerine ilişkin zaaflar, bu
zaafların giderilmesi için gerekli paradigmatik çerçeve ve önlemler ile, altı öncelikli alanın
belirlenmesinin ardından, hedefleri gerçekleştirebilmek için bir dizi somut öneri de sunmaktadır.
Bu bölümde de bu öneriler ele alınacaktır.
i. E-Avrupa:
􀂃 2000 yılı sonuna kadar, internet erişim maliyetleri düşürülmelidir.
􀂃 2000 yılı sonuna kadar, e-ticaret mevzuatının ve 2001 içinde de telekom özelleştirmeleriyle
ilgili düzenlemelerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
􀂃 2001’de bütün okullar internete bağlanmış olmalıdır.
􀂃 2002’de tüm öğretmenler internet ve multimedia kullanımı konusunda eğitilmiş olmalıdır.
􀂃 Dijital yazım yetenekleri 2005’e kadar bütün vatandaşlara yaygınlaştırılmalıdır.
Görüldüğü gibi E-Avrupa adı altında sınıflayabileceğimiz öneriler, temelde internet
kullanımının yaygınlaştırılmasını içermektedir. Bu önerilerin amacı aslında uzun vadede araştırma
geliştirme faaliyetlerinin geliştirilmesi ve girişimcilerin teşvik edilmesi amacıyla,
bilgiye ulaşımda daha avantajlı bir neslin yetişmesini sağlamaktır. Nitekim diğer alanlardaki
öneriler de buradaki önerilerle uyum içindedir.
ii. Avrupa İç Pazarı:
􀂃 Haziran 2000 tarihine kadar, Avrupa çapında faaliyet gösterip, tek bir mevzuatla muhatap
olabilmenin sağlanması için, ‘Avrupa şirketi’ statüsünün oluşturulması önerilmektedir.
􀂃 2000 yılı sonuna kadar hizmet ticaretinin önündeki bütün engellerin kaldırılması önerilerek;
bunun gerçekleştirilmesi halinde sınır ötesi hizmet ticaretinin her sene yüzde 5 oranında
artmasının sağlanacağı öngörülmektedir.
􀂃 İdari kararlardan ve bürokrasiden kaynaklanan düzenleme masraflarını azaltmak ve iş ortamını
basitleştirmek için 2001 yılı içinde eşgüdümlü bir işbirliğinin gerçekleştirilmesi önerilmektedir.
􀂃 Kamu mal ve hizmet alımlarının şeffaflaştırılması amacı çerçevesinde, kamu alımları yasalarının
2002 yılı içinde çıkarılması ve 2003 yılında hepsinin elektronik ortama geçmesi
önerilmektedir.
􀂃 En geç 2004’de Avrupa enerji piyasalarının tamamen serbestleştirilip, entegre edilmesi,
tek bir Avrupa havacılık şirketinin kurulması ve demiryolu taşımacılığının geliştirilmesi
önerilmektedir.
Bu bölümdeki öneriler, genel olarak ölçek ekonomisinin avantajlarını tam olarak kullanabilmek
için gündeme getirilen, pratik önerilerdir. Özellikle havacılık ve enerji sektörlerinin
dış –Avrupa Birliği içi- rekabete açılması ve milli şirketler olma vasfından çıkarılmaları
önerileri ilgi çekicidir.
iii. Finansal Piyasalar:
􀂃 Haziran 2000’e kadar, AB sermaye piyasalarının tümünü kapsayacak olan yasal düzenlemelerin
yapılması ve finansal işlemler hakkındaki vergi paketlerinin çıkarılması önerilmektedir.
􀂃 Haziran 2000’e kadar, finansal hizmetlerle ilgili önceliklerin belirlenmesi ve 2005 yılına
kadar uygulamaya konması önerilmektedir.
􀂃 Risk sermayesi aksiyon planının 2003 yılı içinde tamamen uygulamaya konulması önerilmektedir.
􀂃 Finansal hizmetler aksiyon planının 2005 sonuna kadar tamamlanması önerilmektedir.
Finansal piyasalar ile ilgili önerilerin de yine iki noktaya vurgu yaptığı anlaşılmaktadır.
Bunlar ölçek ekonomisinin avantajlarından faydalanma düşüncesi ile mevzuat ve işlemlerin
birörnekleştirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.
iv. Avrupa Araştırma Alanı:
􀂃 2001 yılı içinde ‘AB patenti’ uygulamasına geçilmesi önerilmektedir.
􀂃 2000 yılı sonuna kadar, araştırma için ‘mükemmellik merkezleri’ oluşturulması ve birbirlerine
networkle bağlanması önerilmektedir.
􀂃 2001 yılı içinde araştırma geliştirme faaliyetlerinin haritası çıkarılmalıdır.
􀂃 Araştırma faaliyetleri, performansı ve politikaları düzenli şekilde, yıllık olarak raporlanmalıdır.
􀂃 Araştırmacıların Avrupa çapında dolaşımı sağlanmalıdır. Ulusal araştırma enstitüleri kurulmalıdır.
􀂃 2002 yılı içinde özel sektörün araştırma faaliyetlerinin desteklenmesi için, ortak hedefler
belirlenmelidir.
Araştırma geliştirme faaliyetlerinin artırılması amacına dönük önerilere bakıldığında ise,
bunların büyük bir kısmının Avrupa Birliği ülkelerinde zaten yürütülmekte olan araştırma
geliştirme faaliyetlerinin eşgüdümünün sağlanmasına öncelik verdiği görülmektedir. Faaliyetlerin
mevcut düzeyin üzerine çıkarılmasını sağlayacak öneriler ise, ikinci ana hedefi oluşturmaktadır.
Lizbon raporunda, araştırma geliştirme faaliyetlerine verilen önem, eğitim faaliyetleriyle
birlikte en önemli ve kapsamlı alanlardan birini oluşturmaktadır.
v. Finansal Araçlar:
􀂃 Finansal araçları uyarlamak için 2002 yılı sonuna kadar gerekli anlaşmalar yapılmalıdır.
vi. Eğitim:
􀂃 2005 yılı sonunda 18-24 yaş grubu içinde yer alan ve ortaokul mezunu olan nüfus yarıya
düşürülmelidir.
􀂃 2005 yılına kadar internet ulaşımı ve ömür boyu eğitim imkanları tüm vatandaşlar için garantilenmiş
olmalıdır.
Eğitim faaliyetleri için yapılan önerilerin araştırma geliştirme ve E-Avrupa alanları için
yapılan önerilerle benzerlik gösterdiği anlaşılmaktadır.
vii. Sosyal Güvenlik:
􀂃 Sosyal güvenlik sisteminin modernleşmesi için, üye devletler arasında yüksek düzeyli bir
çalışma grubu kurulmalıdır.
􀂃 Nesiller arası eşitliği sağlayacak, güvenli ve sürdürülebilir bir sosyal güvenlik sistemi için
karşılaştırmalı analiz çalışmaları başlatılmalıdır.
Sosyal güvenlik sistemleri ve gelecekte bu sistemlerden kaynaklanacak olan sorunlar
raporun temel kaygılarından birini oluşturmaktadır. Her ne kadar bu alana doğrudan referans
veren öneri sayısı az ve öneriler de genel nitelikli gibi gözükse de, aslında eğitim, araştırma
geliştirme, finansal piyasalar ve E-Avrupa alanları başta olmak üzere, Lizbon Stratejisinin getirdiği
önerilerin büyük bir kısmı dolaylı olarak sosyal güvenlik sistemleriyle ilgilidir.
Bu sistemlerin ileride güçlerini koruyabilmeleri için seçilen temel politika hedefi işsizliğin
azaltılmasıdır. Doğrudan güvenlik sistemi ile ilgili yukarıda yer alan iki öneri ise, sistemin
yeniden yapılandırılmasını sağlayacak olan uzun vadeli uğraşlardır.
viii. İstihdam Hedefleri:
􀂃 İstihdam oranı bugünkü (2000) yüzde 61’den, 2005’te yüzde 65’e ve 2010’da yüzde 70’e
çıkarılmalıdır.
􀂃 2010’da ortalama işsizlik oranı en iyi performansı gösteren ülkelerin düzeyine düşürülmelidir.
(Yüzde 4)
􀂃 2010’da kadınların istihdam oranı yüzde 51’den (2000) yüzde 60’a çıkarılmalıdır.
􀂃 İnsan kaynaklarına yapılan toplam yatırım, 2005’te GSYİH’nın dörtte birine, 2010’da da
yüzde 50’sine çıkmalıdır.
İstihdam hedefleri ile ilgili öneriler yada hedefler raporda en somut şekilde ifade edilenlerdir.
Raporun genel bakış açısı itibariyle, işsizliğin düşürülmesi pek çok sıkıntının giderilmesine
katkıda bulunacak bir temel hedeftir. Hatta bilgi temelli ekonomiye geçiş gibi oldukça
stratejik gözüken bir kararın bile, aslında işsizlikle mücadele için en etkin araç olduğu
raporda defalarca vurgulanmıştır.
İstihdamın artırılmasına bu denli büyük önem verilmesinin birden fazla sebebi vardır.
Fakat bu sebeplerden en önemlilerinden birinin sosyal güvenlik sisteminin ilerideki sorunlarıyla
başa çıkabilmek olduğu anlaşılmaktadır.
2.3. Maastricht Kriterleri
Maastricht Kriterleri, 9-10 Aralık 1991 tarihinde kabul edilmiş beş tane kuraldır. Metin
ilk olarak 12 ülkenin devlet başkanları tarafından imzalanarak 1 Ocak 1993’ten itibaren
yürürlüğe girmiş, daha sonra da AB’ye üye olacak ülkeler için yerine getirilmesi gereken bir
makroekonomik kurallar dizgesi olarak kabul edilmiştir. Maastricht Kriterleri esas olarak Ekonomik
ve Parasal Birliğin gerçekleştirilmesi sürecinde, üye ülke ekonomilerinin birbirlerine
yaklaştırılması amacıyla kabul edilmiş maddelerdir ve kriterlere uyulmamasının mali yaptırımları
vardır.
Maastricht Kriterlerini oluşturan beş kurala aşağıda yer verilmiştir.
- Toplulukta en düşük enflasyona sahip (en iyi performans gösteren) üç ülkenin yıllık enflasyon
oranları ortalaması ile, ilgili üye ülke enflasyon oranı arasındaki fark 1,5 puanı
geçmemelidir.
- Üye ülke devlet borçlarının GSYİH’sına oranı yüzde 60’ı geçmemelidir.
- Üye ülke bütçe açığının GSYİH’sına oranı yüzde 3’ü geçmemelidir.
- Herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun vadeli faiz oranları 12 aylık dönem itibariyle,
fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla
aşmayacaktır.
- Son 2 yıl itibariyle üye ülke parası diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmiş
olmamalıdır.
Kriterler, bir yandan kamu kesiminin borç stokuna ve bütçe açığına belli bir kısıt getirirken,
diğer yandan enflasyon, uzun vadeli faiz oranları ve yerel paranın değer kaybına (kazancına
değil) bir sınır çizmektedir.
Milli gelir artışı, istihdam ya da bölüşüm hedefleri gibi sosyal içerikli veya kamu kesiminin
düzenleyici rolünün vurgulanması gibi uzun vadeli planlamalarda oldukça sık kullanılan
makro politika hedeflerine herhangi bir atıf Maastricht Kriterlerinde mevcut değildir.
Benzer şekilde gelişmiş bir piyasa ekonomisinin varlığına işaret eden diğer kriterler de
Maastricht Kriterlerine dahil edilmemiştir. Yani fiyatların serbest piyasa mekanizmaları içinde
oluşması ve böylece bilgi taşıma yeteneğinin yüksek olması, toplam ekonomik faaliyet içinde
kamu kesiminin payının düşürülmesi/ düşük olması ve kamu kesiminin müdahalelerinin
azaltılması gibi serbest piyasa mantığına uygun kısıtlamalar da Maastricht Kriterlerinde yer
almaz.
Maastricht Kriterleri kişi başına milli gelirin en az ne kadar olması gerektiği ya da
finansal sistemin milli gelire oranının ne olması gerektiği gibi maddi refah veya ekonomik/
finansal gelişmişlikle ilgili bir kriter de getirmemektedir.
Maastricht Kriterleri aslında sadece maliye politikası (kamu borç stokunun ve bütçe açığının
sınırlandırılması) ve para politikasının (uzun vadeli faiz oranları, enflasyon ve devalüasyonun
sınırlandırılması) üye ülkeler tarafından kullanımının belli ölçüde kısıtlanması demektir.
Bu iki kısıtlamanın, yani para ve maliye politikası gibi iki temel iktisadi aracın kısıtlanmasının
nedeni bütçe ve fiyat istikrarıdır. Maastricht Kriterlerinin tek amacı bu iki alanda
istikrarı sağlamaktadır. Hatta Maastricht Kriterlerinde dış ekonomik ilişkilerle ilgili değişkenlere
ilişkin istikrar kriterleri dahi yoktur. Uluslararası rezervlerin ithalatı karşılama oranı,
cari işlemler açığının milli gelire oranı gibi en temel ‘dış’ ekonomik istikrar unsurlarına dahi
yer verilmemiştir.
Bu çerçeveden bakıldığında Maastricht Kriterlerini teorik olarak sadece emredici
planlamaya dayalı bir ekonomi, dışa kapalı, anakronik bir ekonomi, hatta gelir düzeyi çok düşük
ve gerek finansal alanda, gerekse kamu özel sektör ilişkilerinde çok ciddi sorunlar bulunan
ekonomiler dahi rahatlıkla yerine getirebilir.
Özetlersek, Maastricht Kriterlerinin söylediği tek şey, bütçe ve fiyat istikrarlarının
sağlanmasını mümkün kılacak şekilde iki temel politika aracının (yani hangisinin daha etkili
olduğunu Monetarist ve Keynezyen görüşlerin tartışmayı çok sevdikleri) para ve maliye politikası
araçlarının kullanımının belli ölçüde kısıtlanmasıdır.
3. Lizbon Stratejisinin Değerlendirilmesi
3.1. Şubat 2004 Raporu
Lizbon Raporu, 2000 yılında kabul edilmesinin ardından, düzenli olarak yayınlanan
raporlarla değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu değerlendirme raporlarından en sonuncusu
Şubat 2004 tarihinde yayınlanan ve Avrupa Konseyi’nin ilkbahar toplantılarına sunulan rapordur.
Bu rapor, Lizbon Stratejisinin kabulünden dört sene sonra bir genel değerlendirme
yapmakta ve Lizbon Stratejisinin uygulanmasında ne kadar yol alındığını ve yeni üye olan
(Rapor tarihinde üye olmak üzere olan-Şubat 2004) 10 ülkenin katılımının uygulamayı ne şekilde
etkileyeceğini incelemektedir.
Rapor öncelikle Lizbon Stratejisi hedefleri çerçevesinde ele edilen başarıları ve sağlanan
ilerlemeleri belirtmekte; ayrıca 2000-2003 dönemi için sağlanan olumlu makroekonomik
koşulların (enflasyondaki düzenli gerileme, istikrarlı faiz hadleri, yapısal reformlarda sağlanan
ilerleme, ekonomik ajanların beklentilerinin olumluya dönmesi vb) da büyük ölçüde Lizbon
Stratejisinin uygulanmaya başlanmasıyla elde edilmiş olduğunu belirtmektedir.
Raporda, Lizbon Stratejisinin kabulünden sonra elde edilen ilerlemeler şu şekilde özetlenmektedir:
i. 1999 yılı sonundan 2003 yılı sonuna kadar, AB ekonomileri içinde toplam 6 milyon
istihdam yaratılmıştır. Böylece toplam istihdam oranı yüzde 62,5’den yüzde 64,3’e
yükselirken; uzun dönemli işsizlik oranı da 1999 yılındaki yüzde 4 seviyesinden 2002
yılı itibariyle yüzde 3 düzeyine gerilemiştir.
ii. Başta telekomünikasyon, demiryolu taşımacılığı, posta servisleri, elektrik ve su dağıtımı
olmak üzere, pek çok sektörde –milli- tekeller kaldırılmış ve bu sektörler rekabete
açılmıştır. Böylece hem Avrupa iç pazarının oluşturulması yönünde önemli bir adım
atılmış; hem de bu sektörlerde ciddi bir istihdam kaybı yaşanmadan hizmet kalitesinin
yükseltilmesi ve maliyetlerin düşürülmesi mümkün olabilmiştir.
iii. Bilgi temelli bir ekonomiye dönüşme çabalarında büyük mesafe alınmıştır. İş dünyasında,
kamu idaresinde ve hanehalkında internet kullanımı büyük ölçüde artarken; okullarda
internet erişimi ve kullanımı yüzde 93’e yükselmiştir.
iv. Ekonomik büyümenin ‘sürdürülebilir büyüme’ kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi
alışkanlığı büyük ölçüde kazanılmıştır. Özellikle üye ülkeler giderek yaşlanan nüfusu
da gözönüne alarak, sosyal güvenlik sistemlerinde gerekli reformları yapmaya başlamışlardır.
Ayrıca sürdürülebilir büyümenin bir diğer boyutu olan çevreye saygı ve
doğal çevrenin korunması konusunda da büyük mesafe alınmıştır.
v. Son dört yıl içinde Lizbon Stratejisinin hedeflerine uygun bir içeriğe sahip olan yüzden
fazla kanun ve düzenleme çıkarılmıştır.
Bu olumlu noktaların sayılmasından sonra, rapor eksiklikler ve sorunlarla devam etmektedir.
Lizbon Stratejisi hedeflerine ulaşmak için yukarıda sayılan ilerlemeler başarılmış
olsa da, başta istihdam ve sosyal güvenlik olmak üzere ciddi sorunların devam ettiği ve elde
edilen başarıların yetersiz olduğu vurgulanmaktadır.
Devam eden sorunlardan biri kamu maliyesi ile ilgilidir. Sürdürülebilir büyümenin ve
istikrarlı makro ekonomik ortamın sağlanmasının en önemli koşullarından biri olan bütçe disiplinin
sağlanmasında ciddi sorunlar devam etmektedir. 2003 yılında AB genelinde bütçe
açıklarının milli gelire oranı yüzde 2,7 olarak gerçekleşmiştir. (Maastricht Kriterlerine göre
yüzde 3’ü geçmemelidir.) Ayrıca üye ülkelerin ortalama kamu borcu altı üyenin Maastricht
Kriteri olan yüzde 60 sınırını aşması sonucu yine 2003 yılında yüzde 64,1 olarak gerçekleşmiştir.
Mevcut duruma ilaveten uzun dönem beklentiler de kötüleşmektedir. Yine raporun
öngörülerine göre, eğer Avrupa Birliği ülkelerine göç oranları bugünkü düzeyinde kalırsa
(yani artmaz ise) yaşlanan nüfus nedeniyle emekli olacak olan işgücü yerine konulamayacak
ve bu durum uzun vadede kamu maliyesini olumsuz etkilediği gibi ortalama büyüme oranının
da yüzde 2’nin altına düşmesine neden olacaktır. Emekli olacak olan işgücünün yenilenememesi
gerek vergi gelirlerinin azalması, gerek sosyal güvenlik harcamalarının artması gibi nedenlerle
kamu maliyesini giderek artan ölçüde baskı altına alacaktır.
Bir diğer önemli sorunlar grubu Avrupa iç pazarının yaratılması/kullanılmasının önünde
duran engellerdir. Her ne kadar demiryolu taşımacılığı, su ve elektrik gibi sektörlerde
milli tekeller kısmen kırılmış olsa da, genel olarak sorunlar devam etmektedir.
Sınır ötesi ticaretin büyümesi durmuş, hatta 2002 yılında gerilemiştir. Sınır ötesi yatırımlar
arzulanan seviyenin çok altındadır. E-ticaret ve sınır ötesi ticarete karşı tüketicilerin
sahip olduğu güvensizlik duygusu tamamen kırılamamıştır ve bu durum bu iki alandaki gelişmeleri
sınırlamaktadır. Milli gelirin yüzde 70’ini oluşturan hizmetler sektörünün dolaşımında
hala ciddi kısıtlamalar vardır ve bu durum AB ekonomilerinin rekabet gücünü ciddi
ölçüde kısıtlamakta, verimliliği düşürmektedir.
Yine benzer şekilde AB çapında geçerli olacak bir patent anlaşmasının gerçekleştirilememiş
olması, fikri hakların gereğince değerlendirilmemesini sağlayan düzenlemeler ve ticari
firmaların vergilendirmesinde yeknesaklık sağlanamamış olması gibi hususlar AB ekonomilerinin
rekabet güçlerini ve verimliliklerini önemli ölçüde etkilemektedir.
Avrupa iç pazarının tamamlanmasında finansal piyasalardan kaynaklanan sorunlar da
devam etmektedir. Bunlardan en önemlisi finansal piyasaların parçalanmış yapısı ve ticari
firmalar üzerindeki mali yüklerdir.
Üçüncü bir sorun sürdürülebilir ekonomik büyümenin şartlarının henüz sağlanmamış
olmasıdır. Lizbon Stratejisi sürdürülebilir bir ekonomik büyüme için –diğer bazı unsurların
yanı sıra- iki unsurun sağlanması gerektiğini belirtmektedir. Bu unsurlar sosyal gelişim ve
çevreye saygıdır. Rapora göre, AB ekonomilerinde her iki konuda da ciddi sıkıntılar bulunmaktadır.
i. Sosyal Gelişim: Sürdürülebilir büyümenin şartlarından birisi sosyal gelişimdir. Burada
sosyal gelişim tabiri, yoksullukla mücadele ve işsizliğin azaltılması anlamında kullanılmaktadır.
Rapora göre, AB’nin önündeki en önemli sorunlardan biri yoksullukla
mücadelenin, -istihdam yaratılmasında arzulanan seviyeye ulaşılamaması nedeniyleyetersiz
kalmasıdır. Bu durum da hem toplumsal refahı, hem de sosyal güvenlik kurumlarını
olumsuz etkilemektedir.
Rapora göre, 2001 yılı itibariyle AB çapında 55 milyon insan (toplam nüfusun yüzde
15’i) yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu oran Güney Avrupa ülkelerinde ve
İrlanda’da yüzde 21’dir. Eğer istihdam yaratımı hızlanmazsa, bu oranların artacağı
tahmin edilmektedir. Özellikle yalnız yaşayan yaşlı kadınlar, geniş aileler ve tek ebeveynli
aileler yoksulluk tehdidi altındadır.
ii. Çevrenin Korunması: Uzun dönemde sürdürülebilir bir ekonomik büyümeyi tehdit eden
bir diğer unsur da çevrenin korunmasına yeterli özen gösterilmemesidir. Çevrenin
korunmaması, hem doğal kaynaklar üzerinde yarattığı tahribat nedeniyle uzun vadeli
büyümeyi sekteye uğratmaktadır, hem de yarattığı çevre kirliliği ve hastalıklar nedeniyle
önemli bir ekonomik kayba ve kaynakların verimsiz kullanımına neden olmaktadır.
Rapor, Kyoto Protokolüne göre, sera gazı üretimini 1990 yılının yüzde 8 altına indirmekle
yükümlü olan AB’nin bu konuda başarılı olmaktan çok uzak olduğunu belirtmektedir.
Avusturya, Belçika, İtalya ve Hollanda gibi ülkeler hedeflerinin gerisinde
kalırken, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde sera gazları üretimi yüzde 13-27
oranlarının (izinli oldukları düzey) çok üzerinde artmıştır. Geri kalan AB üyeleri de
gerekli indirimleri ancak yapabilmiştir.
Enerjinin etkin kullanımı ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı konusunda da
AB hedeflerin oldukça gerisindedir. Mesela yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam
enerji üretimi içindeki payı 2002 itibariyle, yüzde 6 düzeyindedir. 2010 yılında ulaşılması
hedeflenen yüzde 12’lik pay hedefinin tutmayacağı tahmin edilmektedir.
Nihayet dördüncü ve en önemli sorun olarak istihdam ve verimlilik artışındaki yetersizlik
ortaya çıkmaktadır. Ekonominin büyüme hızı ABD’den daha geri olduğu için, nüfus
azalmasına karşın, kişi başına gelirin ABD kişi başına gelirine olan oranı artmamaktadır. Rapora
göre, bu durumun en önemli sebebi istihdam ve verimlilikteki yetersiz artış, bu yetersiz
artışın nedeni de yatırımların ve araştırma geliştirme faaliyetlerine ayrılan payın yetersizliğidir.
AB’de işsizlik oranı 2004 itibariyle yüzde 8,2 olmuş ve 2003 yılı içinde net olarak
toplam iş hacmi 200.000 adet azalmıştır. İstihdam hacmi hafif bir artış gösterse de 2010 yılı
için yüzde 70 olan hedefi tutturmaktan çok uzaktır. Ayrıca yeni katılan on ülkenin AB ortalamasından
düşük istihdam oranları da, genel ortalamayı aşağıya çekecektir.
İşsizlik dışında bir önemli neden de verimliliğin düşük kalmasıdır. Verimlilik artışı
1990’ların ortasından beri gerilemektedir ve son yıllarda yüzde 0,5-1 aralığında dalgalanmaktadır.
Buna karşın, bu oran ABD’de ortalama yüzde 2 düzeyindedir. Verimlilik artışının
düşük kalmasının gerisindeki sebepler, raporda bilgi teknolojilerindeki gelişimin ve yatırımların
yetersizliğine bağlanmaktadır. Gerek yatırımların milli gelire oranı, gerek araştırma geliştirme
faaliyetlerine ayrılan payın milli gelire oranı, gerek toplam çalışanlar içinde araştırma
geliştirmeyle meşgul olanların oranı gibi kritik göstergelerin hemen hepsinde Avrupa Birliği,
ABD ve Japonya’nın gerisindedir.
3.2. Bazı Göstergeler
Bir önceki bölümde ele alınan ve Avrupa Konseyinin ilkbahar toplantılarına sunulan
Şubat 2004 tarihli değerlendirme raporu, Lizbon Stratejisi uygulamaya konulduktan dört yıl
sonra yayınlanmış ve Lizbon Stratejisinin hayata geçirilmekte pek de başarılı olunamadığı
tespitini yapmıştır.
Rapor bazı olumlu noktaların altını çizmekle beraber, işaret ettiği sorunlar çok daha
büyüktür. Ayrıca elde edilen bazı başarılar yanıltıcı olabilmektedir. (Mesela yeni yaratılan
istihdamın bir kısmı Fransa’nın tam zamanlı çalışan bir personeli yarı zamanlı çalışan iki personele
çevirmek gibi önlemleriyle elde edilmiştir.) Bu nedenle genelde raporun değerlendirmesinde
olumsuz görüşlerin ağır bastığını söyleyebiliriz. Bu bölümde, değerlendirme raporunun
görüşlerine ilaveten, bir kaç gösterge incelenecektir.
Lizbon Stratejisinin temel hedefleri işsizliği azaltmak, daha verimli, dinamik ve rekabetçi
bir ekonomik yapı oluşturmaktır. Burada incelenecek olan göstergeler de bu hedeflerde
ilerleme kaydedilip kaydedilmediğine yönelik olacaktır. Daha dinamik ve rekabetçi bir ekonomi
haline gelebilmenin ilk koşullarından bir tanesi verimliliği artırmaktır. Bu husus Lizbon
Stratejisinde de en çok üzerinde durulan konulardan birisidir.

Tablo 1. Emek Maliyeti ve Verimlilik, Haziran 2004-2000, 2000 = 100
Saatlik Emek Maliyeti Emek Verim. Birim Emek Mal.
Toplam Ücretler Vergi Yükü
2000 100,0 100,0 100,0 100,0 100,0
2001 103,5 103,7 103,0 100,2 102,6
2002 107,4 107,4 107,2 100,5 104,8
2003 110,4 110,3 110,5 100,9 106,9
2004/1 113,4 113,3 113,5 102,0 107,1
2004/2 115,8 115,8 115,7 102,2 107,5
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası, Eurostat
Tablo 1’de 2000-2004 Haziran dönemleri itibariyle birim emek maliyeti (kişi başına
emek maliyeti), saatlik emek maliyeti ve emek verimliliği rakamları sunulmuştur.

Lizbon Stratejisinin kabul edildiği 2000 yılından Haziran 2004’e kadar geçen süre içinde
bir saatlik emeğin maliyeti yüzde 15,8, birim emek maliyeti ise yüzde 7,5 artış göstermiştir.
Yani bir kişiye ödenen ücret yüzde 7,5 oranında artış gösterirken; diğer maliyetlerdeki
yükselmeler nedeniyle bir saatlik emeğin maliyeti yüzde 15,8 oranında artmıştır. Emek maliyetindeki
bu yükselmeye karşın, aynı dönem itibariyle emek verimliliğindeki artış sadece
yüzde 2,2 düzeyinde kalmıştır.
Verimlilikteki artışın emek maliyetinin büyük ölçüde gerisinde kalmış olması, şüphesiz
Avrupa Birliğinin rekabet gücünü olumsuz etkilemiştir. Emek maliyetinde meydana gelen
artışın nedenleri incelendiğinde ise, yüzde 15,8’lik artışın yaklaşık yarısının ücret artışlarından,
diğer yarısının ise sosyal güvenlik primleri ve vergiler gibi mali yüklerden ileri geldiği
görülmektedir. Bu durum da şaşırtıcıdır. Lizbon Stratejisindeki rekabetçi ekonomik yapının
gerekliliği ve idari maliyetlerin azaltılması önerilerine karşın, kamu kesiminin istihdam maliyetlerinin
kendisinden kaynaklanan kısmını azaltmayı başaramadığını göstermektedir.
Lizbon Stratejisinde belki de en önemli nokta, işsizlikle mücadeledir. Raporun genel
okunması ve mantığından çıkan sonuç; bilgi temelli topluma geçiş, araştırma geliştirme faaliyetlerinin
artırılması, teknolojik yatırımların hızlandırılması ve girişimciliğin desteklenmesi
gibi son derece temel yapısal dönüşümlerin sadece bir araç olarak algılandığı; esas amacın ise
işsizliğin azaltılması olduğudur.

Tablo 2. İşgücü, İstihdam ve İşsiz Sayısı, Haziran 2004-2000, Bin Kişi
İşgücü İstihdam İşsiz Yetişkin (1) Genç (2)
2000 143.036 131.428 11.608 8.881 2.727
2001 144.359 133.275 11.084 8.539 2.545
2002 145.786 133.980 11.806 9.181 2.625
2003 146.678 134.144 12.534 9.797 2.737
2004/1 146.869 134.259 12.610 9.876 2.734
2004/2 147.214 134.538 12.676 9.932 2.744
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası, Eurostat; (1) 25 yaş üzeri, (2) 25 yaş ve altı

Esas amaç işsizliğin azaltılmasıdır, çünkü yaşlanan bir nüfusta sosyal harcamaları uzun
vadede sağlıklı bir çerçevede tutabilmenin yolu bugün genç olanların hemen bir işe girerek
prim ödemeye başlamasından geçmektedir. Dolayısıyla, Lizbon Stratejisinin uygulamasının
başarılı olup olmadığını ölçebilmek için işsizlikle ilgili gelişmelerin incelenmesi gerekmektedir.
Aşağıdaki tabloda Euro bölgesi ekonomilerinde 2000 yılından Haziran 2004 tarihine
kadar olan dönemde, işgücü, istihdam ve işsiz sayısı ile, işsiz nüfusun yaş dağılımı sunulmuştur.
Euro bölgesi ekonomilerinde 2000 yılından 2004’ün ikinci çeyreğine kadar olan dönemde
toplam işgücü yüzde 2,9; istihdam yüzde 2,4 ve işsiz sayısı da yüzde 9,2 oranında artmıştır.
Böylece 3,5 yıllık bir sürede işgücü yaklaşık 4,2 milyon kişi artarken; yaratılan istihdam
3,1 milyonda kalmış ve hem işsiz sayısı, hem de işsizlik artış göstermiştir.
Yaratılan istihdam rakamı oldukça yetersizdir. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, Türkiye
ekonomisi aynı dönemde 607.000 istihdam yaratmıştır. 2001 Krizinin olumsuz etkisini
çıkarmak için 2002 sonundan 2004 Haziranına kadar olan döneme bakılırsa, bu rakam
834.000’e yükselmektedir. İşsizliğin çeşitli gruplar arasındaki dağılımına bakıldığında da, Aralık
2000 – Eylül 2004 döneminde kadın işgücü hariç, bütün alt grupların işsizlik oranları
yükselmiştir. Genel işsizlik oranı yüzde 8,4’den yüzde 8,9’a yükselirken; 25 yaş üzeri işgücünde
işsizlik oranı yüzde 7,3’den yüzde 7,9’a; erkek işgücünde bu oran ise yüzde 7’den yüzde
7,9’a yükselmiştir.

Tablo 3. İşsizlik Oranları, Eylül 2004-2000 (Kendi Grubu İçinde Yüzde Pay)
Genel Yetişkin Genç Erkek Kadın
2000 8,4 7,3 16,7 7,0 10,4
2001 8,0 7,0 15,8 6,7 9,7
2002 8,4 7,4 16,4 7,3 9,9
2003 8,9 7,8 17,2 7,9 10,2
2004/1 8,9 7,8 17,4 7,9 10,2
2004/2 8,9 7,9 17,4 7,9 10,2
2004/3 8,9 7,9 17,4 7,9 10,2
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası, Eurostat

Ele alınan dönemin Lizbon Stratejisinin uygulamaya konduktan sonraki yılları kapsadığı
ve işsizlikle mücadele için özel bir çaba sarf edildiği akılda tutulursa; alınan sonuçlar oldukça
başarısızdır.
25 yaş ve altı (genç) işgücünde işsizlik oranı yüzde 16,7’den yüzde 17,4’e yükselmiştir.
Bu yaş grubunda işsizlik oranı genellikle diğer grupların iki katıdır. Şüphesiz bu durum
Avrupa Birliğine özgü değildir ama Avrupa Birliğinin yaşlanan nüfusun uzun vadede sosyal
güvenlik sistemleri üzerinde yaratacağı baskıya ilişkin endişeleri göz önüne alındığında, özellikle
tehlikeli gözükmektedir. Gerek Lizbon Stratejisinin değerlendiren Şubat 2004 raporu,
gerekse istihdam ve verimlilik ile ilgili veriler, Lizbon Stratejisinin uygulanmasında ciddi bir
sorun olduğunu ve temel hedeflerin hiçbirinin gerçekleştirilemediğini ortaya koymaktadır.
1. Maastricht Kriterlerinin Değerlendirilmesi
Maastricht Kriterleri hem üye ülkeler için, hem de aday ülkeler için getirilmiş bulunan
ve makroekonomik istikrarı ön plana çıkaran bir dizi koşuldur. Bu beş koşuldan iki tanesi,
yani son iki yıl itibariyle üye ülke parasının diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmemiş
olması koşulu ile uzun vadeli faiz oranlarını sınırlayan koşul üye ülkelerin büyük bir
kısmının ortak para euroya geçmiş olması sebebiyle önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Şimdi
bu kurallar sadece aday ülkeler için geçerlidir. Geriye kalan üç kurala Euro bölgesi ülkelerinin
ne ölçüde uydukları bu bölümde incelenecektir. Burada incelenecek olan üç kuraldan iki tanesi
kamu maliyesi alanında getirilen kısıtlamalardır. Yani kamu kesiminin borç stokunun milli
gelirin yüzde 60’ını aşmayacak olması ve bütçe açığının da en fazla milli gelirin yüzde 3’ü
nispetinde olması koşulları.
Tablo 4’de 1995-2003 arasında Euro bölgesi ülkeleri için toplam kamu borç stoku ve
stokun dağılımı gösterilmiştir. İlk dikkati çeken nokta, Euro bölgesi ekonomilerinin bir bütün
olarak, kamu borç stokunun milli gelire oranının yüzde 60’ı geçemeyeceği şeklindeki kriterin
yerine getirilememiş olmasıdır.
1995 itibariyle milli gelirin yüzde 75’i civarında olan toplam kamu borç stoku, 2003
yıl sonunda sadece yüzde 71 düzeyine gerilemiştir. Borcun dağılımına bakıldığında da, kredilerin
oransal payının önemli ölçüde azaldığı, buna karşın menkul değerler yoluyla borçlanmanın
oransal payının arttığı görülmektedir.

Tablo 4. Euro Bölgesinde Kamu Borcu ve Dağılımı, 1995-2003, GSYİH’ya Oranı
Toplam Borcun Dağılımı
Kamu Borcu Krediler Menkul Değerler Diğer
Kısa vadeli Uzun vadeli
1995 74,9 17,9 10,1 44,1 2,8
1996 76,1 17,3 10,2 45,8 2,8
1997 75,5 16,3 9,0 47,4 2,8
1998 73,8 15,1 7,9 48,1 2,7
1999 72,8 14,3 6,8 48,9 2,8
2000 70,4 13,2 6,1 48,4 2,7
2001 69,4 12,5 6,3 48,0 2,6
2002 69,4 11,8 6,6 48,3 2,7
2003 70,7 11,8 8,2 48,5 2,2
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası

Tablo 5. Euro Bölgesi Ekonomilerinde Kamu Borcu, 2000-2003, GSYİH’ya Oranı
2000 2001 2002 2003
Belçika 109,1 108 105,4 100
Almanya 60,2 59,4 60,9 64,2
Yunanistan 114 114,7 112,5 109,9
İspanya 61,1 57,5 54,4 50,7
Fransa 56,8 56,5 58,8 63,7
İrlanda 38,3 35,9 32,7 32,1
İtalya 111,2 110,6 107,9 106,2
Lüksemburg 5,5 5,5 5,7 5,3
Hollanda 55,9 52,9 52,6 54,1
Avusturya 65,8 66,1 65,7 64,5
Portekiz 53,3 55,8 58,4 60,3
Finlandiya 44,6 43,8 42,6 45,6
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası

Menkul değerlerin alt ayrımına bakıldığında, kısa vadeli menkul değerlerin payının
yaklaşık iki puan azalarak, 1995 itibariyle yüzde 10,1’den 2003 itibariyle yüzde 8,2’ye gerilediği
görülmektedir. Buna karşın uzun vadeli menkul değerlerin milli gelire oranı 1995’te yüzde
44,1 düzeyinde iken; 2003 yılında yaklaşık 4,5 puan artarak, yüzde 48,5’a yükselmiştir.
Aşağıdaki tabloda kamu borcunun ülkeler itibariyle ve 2000-2003 dönemi içinde dağılımı sunulmuştur.
2000 yılı itibariyle (bu aynı zamanda Lizbon Stratejisinin de kabul edildiği tarihtir)
tabloda ele alınan 12 Euro bölgesi ekonomisinden sadece altı tanesinin kamu borçlarının milli
gelire oranı yüzde 60 sınırının altındadır. Bu ülkeler Fransa, İrlanda, Lüksemburg, Hollanda,
Portekiz ve Finlandiya’dır. İki ülkenin (Almanya ve İspanya) kamu borcu tam sınırdadır. Geri
kalan dört ülkenin kamu borcunun milli gelire oranı ise yüzde 60 sınırının çok üstündedir. 12
ülkenin toplam borç stokunun milli gelire oranı bir önceki tabloda görüldüğü gibi, yüzde
75’ten yüzde 71’e gerilemiştir. Bununla beraber, ülke bazında baktığımızda, kriterlere uyan
ülke sayısı altıdan beşe düşmüştür. İspanya çok başarılı bir şekilde borcunu yüzde 61’den
yüzde 51’e çekerek, kriteri yerine getirmiştir. Buna karşın Fransa’nın kamu borcu, milli gelirinin
yüzde 57’sinden yüzde 64’üne yükselmiş ve Fransa kriteri karşılayamayan bir ülke hali
ne gelmiştir. Kriteri zorlukla karşılayan Almanya’nın kamu borcu ise dört puan artışla, milli
gelirinin yüzde 64’ünü aşmıştır.
Maastricht Kriterlerinden kamu maliyesiyle, daha doğrusu mali disiplinle ilgili olan ikinci
kriter, bütçe açığının milli gelirin yüzde 3’ünü aşmaması şartıdır. Bu şartın kamu borç
stokunun milli gelire oranıyla ilgili şarttan daha büyük oranda yerine getirildiği görülmektedir.
Aşağıdaki tabloda, 1995-2003 dönemi için, ele alınan 12 ülke, yani Euro bölgesi ekonomileri
için toplam kamu gider ve gelirleri ile bütçe dengesi ve faiz dışı denge değişkenlerinin
gelişimi, toplulaştırılmış olarak sunulmaktadır.

Tablo 6. Euro Bölgesi Ekonomilerinde Bütçe Dengesi, 1995-2003, GSYİH’ya Oran
Kamu geliri Kamu gideri Bütçe deng. Faiz dışı denge Kamu borcu
1995 46,9 52,0 -5,1 0,6 74,9
1996 47,9 52,0 -4,1 1,4 76,1
1997 47,9 50,6 -2,7 2,5 75,5
1998 47,3 49,6 -2,3 2,5 73,8
1999 47,8 49,1 -1,3 2,9 72,8
2000 47,5 48,5 -1 3,1 70,4
2001 46,8 48,6 -1,8 2,3 69,4
2002 46,3 48,7 -2,4 1,3 69,4
2003 46,3 49,1 -2,8 0,7 70,7
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası

1995-2003 döneminde, kamu gelirlerinin milli gelire oranında önemli bir değişiklik
kaydedilmemiştir. Bu oran genellikle yüzde 46-47 arasında değişmiştir. Buna karşın kamu
giderlerinin milli gelire oranı yavaş ama belirgin bir gerilemeyle yüzde 52’den yüzde 49’a
düşmüştür.
1995-2003 döneminin iki bölüm halinde incelenmesi mümkündür. 1995-2000 arasında,
hem kamu gelirleri hafifçe artmış, hem de kamu giderleri tedricen azalmıştır. Bunun sonucu
olarak bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 5,1’den yüzde 1’e kadar gerilemiştir. Aynı
dönem itibariyle mali disiplinin bir başka göstergesi olan faiz dışı fazla rakamı da, düzenli bir
artış göstererek 1995 yılında milli gelirin yüzde 0,6’sı düzeyinde iken; 2000 yılında milli gelirin
yüzde 3,1’ine kadar yükselmiştir.
2000-2003 döneminde ise bu olumlu eğilimin tersine döndüğü görülmektedir. Bu dönemde
hem kamu gelirleri azalmış, hem de kamu giderleri artmıştır. Bu iki gelişmenin sonucu
olarak da, bütçe açığının milli gelire oranı 2000 yılında yüzde 1 düzeyinden 2003 yılında 2,8
düzeyine kadar yükselmiştir.
Aynı dönem itibariyle faiz dışı denge rakamı da bu bozulmayı teyit etmektedir. 2000
yılında milli gelirin yüzde 3,1’ine kadar yükselmiş olan faiz dışı fazla rakamı, 2003 yılı itibariyle
milli gelirin yüzde 0,7’sine kadar gerilemiştir. Üstelik bu dönemde toplam faiz harcamaları
milli gelirin yüzde 4,1’inden yüzde 3,5’ine gerilemiştir. Ayrıca kamu maliyesinde çok
daha iyi bir performansın gösterildiği ve daha yüksek faiz dışı fazla/milli gelir oranlarının yakalandığı
1995-2000 döneminde faiz ödemeleri çok daha yüksektir ve milli gelirin yaklaşık
yüzde 5’i civarındadır.

Tablo 7. Euro Bölgesi Ülkelerinde Bütçe Dengesi, 2000-2003, GSYİH’ya Oran
2000 2001 2002 2003
Belçika 0,2 0,6 0,1 0,4
Almanya 1,3 -2,8 -3,7 -3,8
Yunanistan -4,1 -3,7 -3,7 -4,6
İspanya -0,9 -0,4 -0,1 0,4
Fransa -1,4 -1,5 -3,2 -4,1
İrlanda 4,4 0,9 -0,2 0,1
İtalya -0,6 -2,6 -2,3 -2,4
Lüksemburg 6 6,4 2,8 0,8
Hollanda 2,2 -0,1 -1,9 -3,2
Avusturya -1,5 0,3 -0,2 -1,1
Portekiz -2,8 -4,4 -2,7 -2,8
Finlandiya 7,1 5,2 4,3 2,3
Kaynak: Avrupa Merkez Bankası

Bütçe açıklarına ülkeler itibariyle bakıldığında, 2000 yılında sadece bir ülkenin (Yunanistan)
bütçe açığı ile ilgili Maastricht Kriterini tutturamadığı görülmektedir. Buna karşın,
2003 yılına gelindiğinde, AB’nin iki önemli ülkesi olan Almanya ve Fransa’nın da Yunanistan’a
ilaveten kriteri yerine getiremeyen ülkelere eklendiği görülmektedir.
Bu iki ülke AB’nin en önemli ekonomilerinden olduğu halde, mali disiplindeki sorunun
sadece bu iki ülkeden kaynaklandığını söylemek mümkün değildir. 2003 rakamları 2000
rakamlarıyla kıyaslandığında, daha beş ülkenin (İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve
Finlandiya) bütçe dengeleri görece bozulmuştur.

Tablo 8. Euro Bölgesi Ülkelerinde Enflasyon, HIPC*, 2000-2004, Yüzde Değişim
2000 2001 2002 2003 2004
Belçika 2,6 2,5 1,6 1,5 1,5
Danimarka 1,9 2,5 1,3 1,0 1,8
Yunanistan 3,1 3,4 3,6 3,4 3,2
İspanya 3,4 3,6 3,1 3,1 3,3
Fransa 1,7 1,6 1,9 2,2 2,2
İrlanda 5,6 4,9 4,7 4,0 2,8
İtalya 2,5 2,8 2,5 2,8 2,3
Lüksemburg 3,1 2,7 2,1 2,5 3,5
Hollanda 2,5 4,5 3,5 2,2 1,4
Avusturya 2,3 2,7 1,8 1,3 2,4
Portekiz 2,8 4,4 3,5 3,3 2,6
Finlandiya 3,4 2,6 1,6 1,3 0,2
En İyi Üç Ülke 2,1 2,2 1,5 1,2 1,0
Üst Marj 4,1 4,2 3,5 3,2 3,0
* Armonize edilmiş tüketici fiyat endeksi; Kaynak: Avrupa Merkez Bankası, IFC

Uzun vadeli faiz oranlarının en iyi performansı gösteren 3 ülkenin faiz oranını iki puan
aşmaması gerektiğini öngören kriter ile, son iki yıl içinde üye ülke parasının diğer bir üye ülke
parası karşısında devalüe edilmemiş olmasını öngören iki kriter ortak para Euronun kullanıma
girmesiyle anlamını kaybetmiştir.
Beşinci ve sonuncu kriter bir üye ülkenin enflasyonunun en iyi performansı gösteren
(en düşük enflasyona sahip olan) üç üye ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalamasından en
fazla 2 puan fazla olmasını öngörmektedir. Bu kritere göre, son beş yıl incelendiğinde, 2000
yılı hariç her sene en az üç ülkenin bu kriteri tutturamadığı anlaşılmaktadır. Özellikle İrlanda,
Yunanistan ve Portekiz neredeyse her sene, öngörülen marjın üzerine çıkmışlardır.
Bununla beraber, özellikle mali disiplinle ilgili kriterlerle karşılaştırıldığında, enflasyon
kriterinin üye ülkeler tarafından daha çok yerine getirildiği de gözlenmektedir. Sorunlar
belli üyelerden kaynaklanmaktadır. Bu üyeler de ele alınan dönem içinde fiyat artışlarını yavaşlatmayı
başarmışlardır. Bu başarı genel karakterlidir. Nitekim, en iyi performans gösteren
üç ülkenin ortalama enflasyon rakamı da, ele alınan dönemde düzenli bir şekilde gerilemiştir.
Genel olarak, Maastricht Kriterlerinin uygulanması değerlendirildiğinde kriterlerin fiyat
istikrarı ve mali disiplin gibi iki temel ayağı olduğunu düşünmek mümkündür. Fiyat istikrarı
ile ilgili ayakta zaman zaman bazı üye ülkeler kriterleri tutturamasa da, genellikle olumlu
bir görünüm vardır. Enflasyon rakamları tüm üye ülkelerde gerilemektedir ve kriterleri yerine
getirmekte zorlanan iki üç ülkede de genel gidişat olumlu görünmektedir.
Kriterlerin ikinci ayağı olan mali disiplin ayağı ise oldukça sorunludur. Öncelikle kamu
kesimi borç stokunun milli gelirin yüzde 60’ını geçmemesi gerektiği şeklindeki kriter
yaygın bir şekilde ihlal edilmektedir ve olumlu bir gelişme de gözlenmemektedir.
Bütçe açığının milli gelirin yüzde 3’ünün aşmaması şeklindeki kriter de aynı şekilde
ihlal edilmektedir. Hem de Almanya ve Fransa gibi Avrupa Birliği ekonomisinin lokomotifi
olan ülkeler tarafından ihlal edilmektedir. Daha olumsuz olan gelişme ise, bütçe açıklarının
üye ülkelerin büyük bir kısmında ele alınan dönem itibariyle yükselme eğilimi göstermesidir.
2. Genel Değerlendirme ve Sonuç
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin bir üyesi olmak için çaba gösterdiği Avrupa Birliğinin
ekonomik vizyonunun ve temel ekonomik problemlerinin anlaşılmasıdır. Bu amaçla
Lizbon Stratejisi adıyla anılan temel politika belgesi ve Maastricht Kriterleri olarak bilinen
kurallar bütünü gözden geçirilmiş; Avrupa Birliği üyelerinin bu kriterlere uyum gösterme derecesi
incelenmiştir.
Lizbon Stratejisi, hem ideolojik boyutu olan, hem de pratik ihtiyaçların yönlendirdiği
bir özeleştiri belgesi konumundadır.
Belgenin ideolojik boyutu, verimlilik, rekabet, büyüme ve istihdam gibi alanlarda diğer
gelişmiş piyasa ekonomileri, özellikle ABD ile yapılan kıyaslamalarda ortaya çıkar. Avrupa
Sosyal Modeli ile ABD’de uygulanan daha katı piyasa ekonomisini karşılaştıran belge,
Avrupa ekonomilerinin verimlilik, rekabet, büyüme ve istihdam gibi alanlarda ABD ekonomisinin
gerisinde kaldığını belirtmektedir. Bunun nedeni de Avrupa’nın uyguladığı ‘daha yumuşak’
piyasa ekonomisinin ekonomik aktiviteyi azaltması ve ağırlaştırmasıdır. Bu nedenle
belge her ne kadar Avrupa Sosyal Modelinin ‘geliştirilmesi’ gereğinden bahsederse de, daha
üretken ve istihdamı daha yüksek oranda sağlayacak bir ekonomik yapının ABD tipi olması
gereğinden bahsetmektedir.
Belgenin ‘pratik’ kaygıları ise temelde tek bir sorundan kaynaklanır. ‘Yaşlanan nüfus,
sosyal güvenlik sistemlerini uzun vadede taşınamaz bir hale getirebilir.’ Nüfusun yaşlanması
demek, zaman içinde, sosyal güvenlik sistemine ödenen primler azalırken; sistemin yapacağı
harcamaların artması demektir.
O halde, uzun vadede oluşacak sorunun hafifletilmesi için bugünden alınabilecek önemli
bir çare, işsizliğin azaltılması, özellikle de genç nüfus içinde ki işsizliğin azaltılmasıdır.
İşsizlik, yarattığı diğer sosyal ve ekonomik sorunların yanı sıra, ciddi bir prim kaybına da neden
olduğundan mücadele edilmesi gereken en önemli sorunlardan biridir.
Lizbon Stratejisi bu pratik ve ideolojik çerçeveyi oluşturduktan sonra, rekabetçi bir ekonomik
yapı ve istihdamı sağlayacak olan sürdürülebilir bir büyüme için gerekli araçları önermektedir.
Bu araçlar, teknolojiye yatırım, araştırma geliştirme faaliyetlerinin artırılması,
genel eğitim düzeyinin yükseltilmesi, girişimciliğin teşvik edilmesi ve kamunun ekonomi üzerindeki
etkisinin sınırlandırılması şeklinde bir dizi politikadan oluşmaktadır.
Lizbon Stratejisi genel bir kabul görmüş ve AB üyesi hükümetlerce uygulanması için
çaba sarf edilmiştir. Bununla beraber uygulamanın dördüncü yılında yayınlanan değerlendirme
raporunda bazı gelişmeler kaydedilmekle beraber, Lizbon Stratejisinin öngördüğü yapısal
dönüşümün gerçekleştirilemediği ve temel makroekonomik hedeflerdeki gelişmenin de –özellikle
istihdam alanında- yetersiz kaldığı belirtilmektedir. Ayrıca emek verimliliği, ücret ve
kamu kesintilerinden oluşan üretim maliyetleri ve istihdam gibi bazı temel göstergelerde de
iyileşme olmamış, bilakis bozulma kaydedilmiştir.
Avrupa Birliğinin ekonomik vizyonunun anlaşılmasında önemli olduğu düşünülen ikinci
bir belge de Maastricht Kriterleridir. Maastricht Kriterleri fiyat istikrarını ve bütçe disiplinini
ön plana çıkaran beş maddelik bir belgedir.
Maastricht Kriterlerinin kabul edildiği anlaşmanın metninde her ne kadar serbest piyasa
ekonomisinin tesisi ve korunmasına yönelik çok sayıda ibare varsa da, kriterler böyle bir
ekonominin gereklerine özellikle vurgu yapmamaktadır. Esas vurgu fiyat istikrarı ve bütçe
disiplinine verilmiştir.
Maastricht Kriterlerine Euro bölgesi ekonomileri tarafından ne ölçüde uyulduğu incelendiğinde
ise, genel bir eğilim olarak fiyat istikrarının sağlanmasında mesafe alındığı ve başarılı
olunduğu görülmektedir. Buna karşılık bütçe disiplinine atıf yapan kriterlerin yerine getirilmesinde
ciddi sorunlar vardır.
Ortalama kamu kesimi borç stoku kriterlerde öngörülen oranın üzerindedir ve 2000
yılından 2004 Haziranına kadar geçen sürede borç stokunda ciddi bir azalma kaydedilememiştir.
Bütçe açıklarını düzenleyen kritere aralarında Fransa ve Almanya gibi büyük ekonomilerin
de bulunduğu çok sayıda ülke uyamamaktadır ve 2000 yılından bu yana üye ülkelerin
çoğunun performansı kötüleşmektedir.
Genel bir değerlendirme ile Avrupa Birliği ekonomilerinin daha rekabetçi ve dinamik
bir ekonomik yapıya geçmek ihtiyacı içinde olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir yapıyı mümkün
kılacak araçlar olarak da girişimciliğin özendirilmesi, bazı sektörlerde var olan kamu tekellerinin
kaldırılması, araştırma geliştirme faaliyetlerinin artırılması ve AB ülkeleri içinde
eşgüdümünün sağlanması, dijital teknolojilere yapılan yatırımların artırılması ve idari sebeplerle
oluşan maliyetlerin düşürülmesi gibi bir dizi uzun vadeli hedef değişken seçilmiştir.
Avrupa Birliği ülkelerinin böyle bir ihtiyacı hissetmesinde başta ABD olmak üzere,
diğer büyük ekonomilerle rekabet arzusu kadar, yaşlanan nüfusun ileride doğuracağı sosyal
güvenlik sorunları da rol oynamış gözükmektedir. Halen Avrupa Birliği nüfusunun yüzde 15’i
yoksulluk düzeyinde yaşamaktadır. Bu nüfusun en önemli gelir kaynaklarından biri toplam
milli gelirin yüzde 25’ine ulaşan sosyal transferlerdir. İleride bu transferlerde meydana gelebilecek
reel azalışlar, ciddi bir yoksulluk problemi doğurabilecektir. Eğer transferlerin reel
düzeyi korunmak istenirse de, kamu maliyesinin ciddi sıkıntılarla karşılaşacağı, bütçe açıklarının
büyüyeceği tahmin edilmektedir.
Lizbon Stratejisi bu sorunlarla mücadele etmek için bir dizi somut hedef belirlemiştir.
Bu hedefler 4-10 yıl vadeli hedeflerdir. Uygulamanın dördüncü yılının başında (Şubat 2004)
hazırlanan değerlendirme raporunda, önemli hedeflerin çoğunun gerçekleştirilemediği, yaratılan
istihdamın yetersiz kaldığı ve işsizlik oranının arttığı vurgulanmaktadır.
Ayrıca ekonomik istikrarı sağlayacak bir dizi kural olarak tanımlayabileceğimiz
Maastricht Kriterleri de üye ülkeler tarafından tamamen gerçekleştirilememekte, özellikle
bütçe açıkları büyüme eğilimi göstermektedir.
Önümüzdeki dönemde Lizbon Raporunda çerçevesi çizilmiş olan strateji uygulanamaz
ya da uygulanmasına rağmen başarısız olursa, Avrupa Birliğinin uzun vadeli ekonomik gündemini;
istihdamın artırılması, çalışma süresinin uzatılması, emek piyasalarının esnekleştirilmesi,
sosyal transferlerin azaltılması (Avrupa Sosyal Modelinin gevşetilmesi) ve sosyal güvenlik
harcamaları nedeniyle artacak olan bütçe açıklarıyla mücadele gibi konuların belirleyeceği
tahmin edilebilir.

Kaynakça
􀂃 An Agenda of Economic and Social Renewal for Europe, 23-24 March 2000, Lizbon, http://europa.eu.int/
reports/index_en.htm.
􀂃 European Central Bank, Monthly Bulletin, Çeşitli Sayılar.
􀂃 Eurostat, İstatistikler, http://europa.eu.int/comm/eurostat/
􀂃 International Financial Statistics, Monthly Bulletin, June 2004.
􀂃 Joint Employment Report, 21 January 2004, Com 2004/24, http://europa.eu.int/ key/index.
􀂃 Report to the Brussels European Council, 4/5 November 2004, 8 December 2004, Presidency Conclusions.

Cumartesi, Ocak 27, 2007

GYTE Strateji Bilimi Bölümü

Geride bıraktığımız yüzyılın sonunda dünyamızda belirginleşen temel değişim ve gelişmeler pek çok sorunu da beraberinde getirmiştir. İleri teknoloji dönemi teknolojinin üretilmesi, transferi ve kullanımına ilişkin pek çok sorunu doğurmuştur. Öte yandan, gelişen teknik imkânlar insanlığın daha yüksek yaşam standartlarına erişme arzusunu beslemiş, başka bir ifadeyle “beklentiler”i yükseltmiştir. Bu şartlarda insanoğlunun bilime ve özellikle bilimin “öngörebilme” fonksiyonuna olan ihtiyacı geçmiş dönemlerde var olandan çok daha yüksek bir düzeye çıkmış, adeta bir bağımlılık haline gelmiştir. Zira günümüzde hiçbir ulusun ve hiçbir bireyin gelişmelerin dışında kalarak yaşamını sürdürebilme şansı yoktur. “Strateji” ve “Strateji Bilimi” de bu bağlamda önem kazanmaktadır. Kelime anlamı itibarı ile hedefe ulaşmak için takip edilen yol ve yöntemlerin bütünlüğünü ifade eden strateji, toplumlar için “var olma ve gelişme”nin yolunun ifadesidir. Strateji Bilimi ise stratejinin üretilmesi sürecini bütünlüklü olarak inceleyen disiplinler arası bir yaklaşımı temsil etmektedir. Bölümümüzde strateji üretim sürecinin bütünlüğü göz önünde tutularak, öğrencilerin pek çok farklı alana ait temel bilgilere sahip olmaları teşvik edilmektedir. Bununla birlikte öğretimin işlevselliği, uzmanlaşmanın sağlanabilmesi ve sürecin özgün yönlerinin bütünsellik içinde gözden kaçırılmaması amacı ile faaliyetler üç farklı anabilim dalının çatısı altında yürütülmektedir. Bunlar milli güvenlik stratejileri, bilim ve teknoloji stratejileri ve yönetim stratejileri anabilim dallarıdır. Askeri kökenli bir kavram olan stratejinin içeriği küreselleşen dünyada oldukça karmaşık bir nitelik kazanmıştır. GYTE Strateji Bilimi Bölümü’nün yapılanması da bu karmaşıklığın gerekliliklerine uygun bir tarzda tasarlanmıştır. Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü İşletme Fakültesi içinde yer alan bölümümüz, ülkemizdeki strateji uzmanı ihtiyacının karşılanması için GYTE Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesindeki öğretim faaliyetine, Bilim ve Teknoloji Stratejileri ve Milli Güvenlik Stratejileri Anabilim Dalları’nda 1999-2000 dönemi güz yarıyılında, Yönetim Stratejileri Anabilim Dalı’nda ise 2002-2003 güz yarıyılında başlamıştır. Strateji Bilimi Bölümü’nde hâlihazırda yalnızca yüksek lisans programı yürütülmektedir.
MİLLİ GÜVENLİK STRATEJİLERİ ANABİLİM DALI
Ülkelerin stratejik tercihleri içinde güvenliğe ilişkin seçimleri ve bu meseleyle ilintili değerlendirmeler oldukça önemli bir alanı oluşturmaktadır. Ülkemiz özelinde düşünüldüğünde; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya gibi etnik ve dinsel farklılıklarla irtibatlı problemlerin, sosyo-ekonomik sorunların ve bu sorunların doğurduğu çatışmaların oldukça yoğun olarak yaşandığı coğrafi alanların merkezinde yer almanın söz konusu meselenin önemini daha da artırdığı görülmektedir. Öte yandan zaman ilerledikçe fazlalaşan teknolojik imkanlar küçük organizasyonlardan devletlere kadar her türlü yapılanma açısından var olan tehditlerin yoğunluğunun artmasına ve yeni tehdit unsurlarının doğmasına neden olmuştur. Ulusal güvenlik kavramının içeriği giderek karmaşıklaşmış, güvenlik politikalarının belirlenmesinde çevre analizinin önem derecesi yükselmiş, küreselleşme süreciyle birlikte ulusal yapıları daha fazla etkileyen global eğilimlerin değerlendirilmesi kadar yerel dinamiklerin analizi de önem kazanmıştır. Milli Güvenlik Stratejileri Anabilim Dalı’nda milli güvenlik kavramındaki çeşitli unsurların içeriği ile ilgili teorik çalışmalar yürütülmesi ve Türkiye açısından ulusal güvenlik meselesinin stratejik analizi üzerinde yoğunlaşılması hedeflenmektedir. Bölgesel sorunların ve gelişmelerin tahlili, güvenlik açısından kamu çıkarı-özel çıkar çatışmasının ve özgürlükler meselesinin incelenmesi, bilgi teknolojilerinin sosyo-politik etkilerinin güvenlik açısından ortaya çıkarabileceği sonuçların analizi, sosyo-ekonomik adaletin milli güvenlik sorunlarıyla bağlantısı ve güvenlik politikalarının ülke yapısıyla uyumunun değerlendirilmesi gibi 2000’li yıllar Türkiye’sinde önemli bir yere sahip olan ve önemli tartışma başlıkları oluşturan konular Milli Güvenlik Stratejileri Anabilim Dalı’nda yürütülen çalışmalar içerisinde ele alınan konulardandır. Enerji politikaları, savunma sanayinin problemleri, Türkiye’nin komşularıyla ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin çeşitli boyutları gibi konular da yüksek lisans programındaki tez çalışmalarında ağırlık verilen konular arasındadır. Çalışmalarda çeşitli vaka analizlerine dayalı olarak geleceğe ilişkin senaryolar geliştirilmekte ve tartışılmaktadır.
BİLİM VE TEKNOLOJİ STRATEJİLERİ ANABİLİM DALI
Bilgi Çağı olarak da adlandırılan içine girdiğimiz dönem toplumların kendi içlerindeki ve toplumlar arasındaki geleneksel ilişki tarzlarının dönüşüme uğradığı bir dönemdir. Bilgi teknolojileri hayatı şekillendirmede stratejik bir faktör olarak rol oynamaktadır. Bu dönemde bilimden ve bilimsel faaliyetin bir sonucu olan teknolojiden faydalanabilmek ise stratejik bir planlama yapabilmekle mümkündür. Ulusal ve küresel ihtiyaçların karşılanabilmesinin gelişigüzel çabalara bağlı olamayacağını yaşanan sıkıntılar açıkça göstermektedir. Planlama, bilimsel faaliyetlerin koordinasyonu ve sistematik sürekliliği özellikle kalkınma arayışındaki ülkeler açısından oldukça önemlidir. Ülkemiz açısından düşünüldüğünde yaşam standartlarının yükseltilmesi, kendine yeterliliğin sağlanması gibi ulusal; çevrenin korunması ve yaşamın sürekliliğinin sağlanması gibi hem ulusal hem de evrensel ölçekte önem taşıyan sorunlarla yüz yüze olduğumuz görülecektir. Bu sorunların çözümü doğru politikaların uygulanmasına bağlıdır. Doğru politikaların uygulanabilmesi ise sağlıklı stratejilerin seçimine bağlıdır. Bilim ve Teknoloji Stratejileri Anabilim Dalı’nda ulusal hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için uygulanması gereken bilim ve teknoloji stratejileri ve bu stratejiler çerçevesinde uygulanması gereken özel politikalar üzerinde çalışılmaktadır. Uygulamalara yönelik çalışmaların yanında uygulamaların yapılacağı ortamı, değişen çevresel şartları tanımlamaya yönelik keşifsel çalışmalar da programın kapsamı içindedir. Yüksek lisans programında dersler bilim ve teknoloji tarihi, teknoloji yönetimi, bilim ve teknoloji politikaları gibi alanlarda yoğunlaşmaktadır. Tez çalışmalarında ise bilim ve teknoloji stratejilerine ilişkin dünyadan çeşitli örnekler analiz edilmekte ve alternatif politika ve stratejiler geliştirilmeye çalışılmaktadır.
YÖNETİM STRATEJİLERİ ANABİLİM DALI
Toplumsal yaşamın giderek daha karmaşık bir mahiyet kazanması eski çağlardan beri fiilen var olan yönetim olgusunun bilimsel tahlilini ve “yönetim”in bizatihi bilimsel bir disipline dönüştürülmesini zorunlu kılmıştır. Yönetim üzerine yapılan amaçlı ve sistematik çalışmalar daha çok işletmecilik eksenli olarak başlatılmalarına karşın, zamanla daha kapsamlı bir niteliğe bürünmüşlerdir. Ulusal strateji belirleme süreci içinde yönetim stratejilerinin planlanması çabaları önemli bir konum kazanmıştır. Ulusal stratejiyi oluşturmanın yolu güvenlik ve bilim-teknoloji alanlarındaki stratejileri belirlemekten geçtiği gibi ulusal ve kurumsal düzeylerdeki yönetim stratejilerinin belirlenmesinden de geçmektedir. Ulusal ve kurumsal amaçları gerçekleştirmeye yönelik olan yönetim stratejileri var olan durumun kapsamlı bir analizi üzerinde yükselebilir. Yönetim Stratejileri Anabilim Dalı’nda yönetim stratejilerinin uygulama koşulları ve yeterlilikleri; yönetim stratejilerinin ulusal stratejinin bütünsel çerçevesiyle uyumu ve ulusal stratejinin diğer öğeleriyle eşgüdümlü yürütülmesi konularında çalışmalar yapılması hedeflenmektedir. Yönetim Stratejileri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Programı, katılımcılarının yönetim alanında ileri düzeyde teorik birikim sahibi olmalarının yanı sıra, bilgi ve yeteneklerini uygulamada somut olarak yansımasını bulacak şekilde birleştirmelerini sağlamalarını amaçlayan disiplinler arası bir programdır. Programın ayırt edici niteliği, derslerin ve derslerin uzantısı niteliğindeki araştırma çalışmalarının sanayide gerçekleştirilecek uygulamalara dönüşecek şekilde tasarlanmasıdır. Bu bağlamda, dersler teknoloji ve yenilik yönetimi, stratejik yönetim, insan kaynakları ve ürün geliştirme gibi alanlarda yoğunlaşacaktır. Tez çalışması, öğrencilerin program sürecinde edindikleri teorik bilgiyi bütünleştirmelerini ve bir uygulama dolayımıyla işlevsel bir yönetim stratejisi perspektifi geliştirmelerini sağlayacaktır.

Bilgi


(Os. Mâlumât, İlim, İrfân, Mârifet, Vukuf; Fr. Connaissance, Al. Erkenntnis Kenntnis; İng. Cognition, Kngwledge; İt. Cognizione, Conoscimento, Conoscenza) İnsanın, toplumsal emeğiyle meydana çıkardığı nesnel dünyanın yasalı ilişkilerinin, düşüncesinde yeniden üretimi.

1. Etimoloji:
Genellikle bilinen ve bilme edimi anlamlarında kullanılan bilgi terimi, dilimizde bilmek kökünden türetilmiştir. Batı Türkçesinde de aynı anlamda bili deyimi kullanılır. Hint-Avrupa dil grubuna bağlı Avrupa dilleri onu bu grubun bilme anlamını dilegetiren gen kökünden türetmişlerdir. Bu kök, ilkin, bilgi anlamında Yunancaya gnôris ve Latinceye notio sözcüklerini vermiştir. Daha sonra Latincede bilmek anlamında cognosco ve bilgi anlamında cognitio deyimleri türemiştir. Eski Fransızlar bilinen anlamında aynı kökten türeyen cointe deyimini kullanırlardı. Cermenler bu kökü bilgi anlamında kenntnis ve kunde deyimleriyle türetmişlerdir. İspanyollar da conocimiento derler.

2. Felsefe tarihi:
İnsanla çevresi arasında kurulan ilişki, eşanlamda bilgi, ilk düşüncelerden bu yana çeşitli açılardan değerlendirilmiştir. Kimileri bu ilişkinin asla kurulamayacağını, kimileri kısmen kurulabileceğini, kimileri ancak Tanrısal düzeyde kurulabileceğini, kimileri de bağıntılı olarak her an kurulmakta olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bilgi'nin kaynağı, özü ve sınırı üstündeki araştırmalar çeşitli öğretiler doğurmuştur. Usçuluk, görgücülük, deneyselcilik, sezgicilik, eleştiricilik, kuşkuculuk, bilinemezcilik, olguculuk, uygulayıcılık, inakçılık, inancılık, olasıcılık, anlıkçılık, iradecilik, doğuştancılık, bilgicilik vb. bilginin insan için olanaklı olup olmadığı yolunda savlar ilerisürmüş öğretilerdir. Antikçağ Yunan düşüncesinde bilgiciler ve şüpheciler bilginin olanaksız bulunduğu kanısındaydılar. Sokrates de fizik bilginin kesin olmadığını, kesin bilginin ancak törebilimsel alanda gerçekleşebileceğini ilersürmüştü. Bilinemezcilik genel adı altında toplanan Kant idealizmi, Comte pozitivizmi, Spencer evrimciliği, Heidegger ve Sartre egzistansiyalizmi, Camus saçmacılığı aynı kanıyı sürdürüp çağımıza kadar getirmişlerdir. Bunlara karşı bilginin olanaklı bulunduğunu ilerisüren öğretiler, bilginin nasıl elde edileceği konusunda iki büyük kampa ayrılırlar. Usçular genel adı altında toplananlar bilginin doğuşundan beri insan usunda varolduğunu, duyumcular genel adı altında toplananlar bilginin ancak duyularımızla elde edilebileceğini savunurlar. Bilginin insandan bağımsızlığını ve kendini kendisiyle belirlediğini ilerisüren, Platon ve Hegel'in nesnel düşüncecilikleri (idealizmleri) gibi öğretiler de vardır. İngiliz düşünürü Spencer'in üç türlü bilgi bulunduğu yolundaki savı bir bilgi sınıflamasına yolaçmıştır. Spencer'e göre bu üç türlü bilgiden biri halksal bilgi (Os. Avâmi bilgi, Fr. Connaissance vulgaire)'dir ki dağınık ve günlük bilgilerdir, ikincisi bilimsel bilgi (Os. ilmi bilgi, Fr. Connaissance scientifique)'dir ki bu dağınık bilgilerin kendilerine özgü bilim dallarında birleştirilip yasalara bağlanışından elde edilmiş bilgilerdir, üçüncüsü felsefesel bilgi (Os. Felsefi bilgi, Fr. Connaissance philosophique)'dir ki bilimsel bilgileri evrensel bir yasada birleştirmiş olan bilgidir. Sanat kuramcıları Spencer'in bu savına dördüncü bir bilgi sınıfı olarak heyecansal bilgi (Os. Heyecâni bilgi, Fr. Connaissance émotionnelle)'yi katmışlardır ki bu deyimle sanatsal kavrayışı dilegetirirler.

3. Ruhbilim:
Ruhbilimsel açıdan bilgi, ruhsal bir işlev olarak nitelenir ve duygulutuk'la etkinlik'e karşıt tutulur. Duyular ya da anlıkça bilinip tanınmış olandır. Türk Dil Kurumunca yayımlanan Ruhbilim Terimleri Sözlüğü'nde Fr. information (haber alma) karşılığı olarak da önerilmiş ve öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla edinilen gerçekler deyişiyle tanımlanmıştır. Ayrıca davranış ruhbiliminde bir uyaranın ipucu gärevini yapan yönü de bilgi deyimiyle dilegetirilmektedir. Bundan başka ruhbilim dilinde sınıflandırılmaya elverişli nesneler topluluğunun niceliksel yönü bu deyimle adlandırılır.

4. Mantık:
Mantık açısından bilgi, önermelerin ve yargıların gerçekliğe uygunluğunu dilegetirir. Örneğin "bir dörtken, dört kenarlıdır" önermesi ve yargısı bilgi'dir, çünkü gerçeğe uygundur; buna karşı "bir dörtken, üç kenarlıdır" önermesi bilgidışıdır, çünkü gerçeğe uygun değildir.

5. Diyalektik:
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucusu Karl Marx şöyle der: "Doğa hiç bir makine, lokomotif, demiryolu, elektrikli telgraf, kendi kendine işgören katır vb. yapmaz. Bunlar insan çalışmasının ürünleridir. Bu çalışmayla doğal maddeler, insanın doğaya egemen olması ya da doğa üstündeki çalışması için gerekli araçlara dönüştürülmüşlerdir. Bunlar insan eliyle yaratılmış olup insan zihninin araçlarıdır, eşdeyişle bilginin maddeleşmiş gücüdürler. Sermayenin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne ölçüde bir üretim gücü olduğunu ve böylece toplumsal yaşam süreci koşullarının ne ölçüde genel zekanın denetimi altına alındığını ve ona uygun olarak kurulduğunu göstermektedir. Bu gelişme, aynı zamanda, üretimin toplumsal koşullarının sadece bilgi biçiminde değil, toplumsal yaşam sürecinin doğrudan araçları olarak da ne ölçüde üretildiklerini göstermektedir" (Grundrisse der Kritik der Politischen Ökonomie, 1857, s. 594). Marx, bu sözleriyle, insan gücünün ve toplumsal çalışmasının bilgi'de yoğunlaşıp billûrlaştığını dilegetirmektedir. Daha açık bir deyişle bilgi doğada hazır değildir, doğada nesneler ve olaylar vardır ama bilgi yoktur, bilgiyi yaratan ve üreten doğa üstündeki çalışması ve bu çalışmaya düşüncesinin katkısıyla bizzat insanın kendisidir. Metafizik, idealist ve Tanrıbilimsel varsayımlar bir yana, bilimselliğe pek yaklaşmış olan Marx-öncesi duyumculuğu bilgi'yi bireysel deney'in ürünü olarak tanımlıyordu. Ne var ki bu bireysel deneyin algılarını düzenlerken kullanmak zorunda bulunduğu kavram ve ulamları nerede bulduğu açıklanamıyordu. Çünkü bu kavram ve ularnlar, bireysel deneyin değil, toplumsal deney'in binlerce yıl işleye işleye oluşturup hazırladığı ürünlerdi. İnsan pratiğinin toplumsal karakteri belirtilmeden hiç bir bilgi açıklanamaz. İnsanın toplumsal çalışmasıyla elde ettiği bilgi, doğanın bilinçte yansıtılmasıdır. Oysa bu, aynanın doğayı yansıtması gibi basit bir fiziksel yansıtma değil, birtakım karmaşık işlevleri gerektiren bilimsel bir yansıtmadır. Bilgi, nesnenin kendisinden başlar. Duyularla algılanır. İnsan bilincinde çeşitli soyutlamalara ve bireşimlere uğrar. Kavramlaşır, ulamlaşır, yasalaşır. Sonra yeniden doğaya, nesneye döner ve kendini pratikle denetler, doğrular. İnsan bilincinde kavramlaşan, ulamlaşan, yasalaşan yansı yeniden doğaya dönerek pratikle doğrulanmadıkça bilgi olmaz. Bilgi, somuttan gelir, soyuttan geçer ve yeniden somutta gerçekleşir. Duyulur veriler sınırlıdır, örneğin ışığın saniyede üç yüz bin kilometre hızla koştuğunu bildirmezler. Bunu biz düşüncemizde tasarımlarız. Ama bu, bilginin ancak soyut düşüncemizde ve tasarımlarımızda olduğu anlamına gelmez. Çünkü soyut düşüncemizin tasarımlarını hem duyularla algıladığımız nesnelerden esinlemiş, hem de yaptığımız aletlerle bu tasarımımızı nesnel dünyaya aktararak pratikle doğrulamışızdır. Bu doğrulamayı gerçekleştirememiş olsaydık, ışığın tasarladığımız hızı bir bilgi değil bir boşsöz olurdu. Nitekim nesnel dünyada insanın tasarımını aşan gerçeklikler de vardır. Örneğin mezonlar gibi kimi elemanter zerrelerin varlık süreleri saniyenin yüz milyonda biri kadar tahmin edilmektedir ki hiç bir insan bu niceliği tasarımlayamaz. İnsanın pratik eylemi olan bilimler bu duyudışı ve tasarımdışı olgulardan eylemsel sonuçlar çıkarırlar ve onları pratikte kullanırlar. Bilgi, her zaman tam'lığın doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir, her zaman da böyle kalacaktır. Ama bu da, hiç bir zaman tam (kesin, bitmiş, saltık) bilgiye erişilemeyecektir anlamına gelmez. Çünkü her eksik bilgi tamlığını, başka bir deyişle her göreli bilgi saltıklığını içermektedir. Tamlık eksikliğin, saltıklık göreliliğin içindedir. Örneğin ışık konusunda dalga kuramı, yirrninci yüzyılın başlarında ışığın aynı zamanda zerreli oluşunun anlışılması üzerine, yetersizliğinden ötürü bırakıldı. Ne var ki bu göreli ve eksik bilgi, bırakılıncaya kadar işe yaramış ve birçok bilimsel gerçeklerin meydana çıkarılmasını sağlamıştı. Çünkü kendi saltıklığını da içermekteydi. Bunun gibi, evrenin ilk yapısını araştıran ilk düşünceler bunu sırasıyla su, hava, ateş vb. maddelerinde görmüşlerdi. Zamanla birbirlerine yerlerini bırakan bütün bu göreli bilgiler evrenin maddesel bir yapısı bulunduğu saltık bilgisini taşırnaktaydılar. Saltık bilgi, göreli bilgilerin; eşdeyişle tam bilgi, eksik bilgilerin bu süregiden içeriğidir. Göreli bilgiyle saltık bilgi, birbirleriyle bağımlıdır ve biri olmadan öbürü de olarnaz. Doğa sonsuz olduğu içindir ki bilgi süreci de sonsuzdur. Daha açık bir deyişle bilgi, hiç bir zaman ve hiç bir yerde bitmeyecek ve metafizikçilerin hayal ettikleri gibi hiç bir zaman ve hiç bir yerde bir son bilgi'ye varılamayacaktır. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucularından Engels şöyle der: "Bilginin sona ermesi, sonsuzun sona ermesi demek olur ki olanaksızdır", sayıların dizisini sonuna kadar saymak nasıl olanaksızsa doğanın bilgisini tüketmek de öylece olanaksızdır. Özetlersek, bilgi, ne idealist usçuların sandıkları gibi tek başına usla, ne de materyalist duyumcuların sandıkları gibi tek başına duyumla elde edilebilir. İlkin o, insan pratik (toplumsal üretici maddi eylem, Marx'in deyişiyle praxis)'iyle üretilir. Bu üretme iki aşeamada gerçekleşir: Her ikisi de pratikte temellenmiş olarak birinci aşama duyumsal aşama, ikinci aşama mantıksal aşamadır. Bilgi üretiminin denetimi de gene pratiğe dönüp bilgiyi doğrulamakla yapılır. Bilgi süreci böylelikle tamamlanır. Marksçı bilgi kuramının geliştirip açıklamış bulunan Lenin şöyle der: "Canlı algılamadan soyut düşünceye ve buradan da pratiğe: İşte gerçeği tanımanın, bilgi edinmenin diyalektik yolu budur". Pratik, bilginin hem çıkış noktası, hem de doğruluğunun ölçütüdür.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

Türkiye son on yılını yaşıyor

Teşvikiye'de buluştuğumuz araştırmacı-din bilimcisi Aytunç Altındal, bir haftadır savaşını verdiği gribini hala yenememişti. Değerli okuyucular, araştırmacı, gazeteci ve yazar kimliği ile dinleri ve bilimleri araştırarak en ince noktaları önümüze koyan Aytunç Altındal, uzun süredir Türkiye'nin kuşatılmışlığı üzerinde yazıyor, çiziyor ve hatta feryad ediyor. Kimi zaman sesini duyuruyor, kimi zamanda aman bu ses nereden çıktı denilerek, tıpkı bazılarının işine gelmeyen diğer yazar ve araştırmacılar gibi yalnızlığa mahkum ediliyor. Ancak Altındal'ın uluslar arası bir ünün olması nedeniyle yalnızlık yaşadığı söylenemez. Çünkü yazdığı kitapların çoğunluğu Batı üzerine olduğu için konunun ilgilileri tarafından sürekli takip edilmiştir. 30'a yakın kitabı ile Türkiye'nin geleceğine ilişkin inceden inceye, fakat etkili mesajlar vererek, Türkiye'nin milli ruhunu yeniden kazanması için çalışan birisi. Millici, yerlici, ulusalcı bir kişiliğe sahip olan Altındal, aslında birçok kişi için gizem olmuştur. Yüzlerce baskı yapan kitaplarını, bu röportajı okuduktan sonra sizlerde okuyacaksınız.

Sizin de üzerinde durduğunuz konuların toplamına binaen şu soruyu sormak istiyorum Türkiye nedir? Neden önemli bir ülkedir?

Evet, Türkiye'yi ele alırken ilk önce Türkiye nedir sorusunu ele almak lazım. Bu soru hiç sorulmaz. Neden? Çünkü, Türkiye sadece coğrafi bir bölgenin adı değildir. Türkiye, aynı zamanda 22 ülke demektir. Demekki, Türkiye tek başına bir ülke anlamına gelmiyor, bilakis 22 ülkenin birleşik yapısı, hülasası demektir. Japonya 20 devlettir diyemezsiniz. Aynı şekilde Almanya da öyle. Ama Türkiye 22 devlettir. 22 devlet demek; 22 değişik duyuş, düşünüş ve davranışın bünyede barındırılması demektir. Türkiye bu anlamıyla ABD'ye örnek olmuş bir ülkedir.Bunun için önce şunu bilmeliyiz: Türkiye, model bir ülkedir. Bakın daha da ilginci 1910'lu yıllarda Türkiye için Dünya Bilim Konseyleri Türkiye'nin ve Balkanların bir dünya laboratuarı olduğunu söylemişlerdir. Tesadüf ilk defa sizinle konuşuyorum bu konuları. Birçok olay ilk önce Türkiye'de denenir, daha sonra başka ülkelerin bünyelerine sokulur. Bunu kimse bilmez. Ama denemeler daima Türkiye ve Balkanlar üzerinde yapılır.

Türkiye'nin 22 ülke anlamına geldiğini ve 22 farklı düşünüş, duyuş ve davranışın varlığını ifade ettiğini söylediniz. Tam olarak bu ne anlama geliyor?

Bakın Amerika'yı Amerika yapan teori Melting Pot Teorisi. Bu teori; kazan, pota anlamına gelir. Bir kazanın içinde değişik bünyelerin işe yarayacak şekilde eritilerek bir maddenin elde edilmesidir. Kısacası bir eritme kazanı diyebiliriz. Şimdi bu eritme kazanı, Amerika'yı Amerika haline getiren düşüncenin kendisidir. Kaldı ki, bunun Türkiye'den örnek alındığını, Türkiye'nin Melting Pot olduğu düşünülerek ABD'liler tarafından kabul edilmiştir. Öyle ki, dünyada bir Melting Pot yapabilmeniz için gerekli olan ilk koşul; hukuktur, kanun yapıcılıktır. Bakın ABD Anayasa Mahkemesi'ne gittiğiniz zaman 12 tane kanun yapıcının ismini görürsünüz. Bunlardan iki tanesi Osmanlıdır. Birincisi Fatih Sultan Mehmet, ikincisi ise Kanuni Sultan Süleyman'dır. Adı üzerinde Amerika Birleşik Devletleri. Ama Türkiye üniter devlet yapısına sahip.

Türkiye'nin Üniter Devlet oluşu tam olarak neyi ifade ediyor?

Türkiye, Almanya gibi federal bir devlet değildir. Türkiye, birleşik devletlerden oluşan bir sistem değildir. Türkiye'nin kendisi bizatihi Uniterian dediğimiz bir üniter devlettir. Yani şu kastediliyor: Birleşik devlet değil, birleştirici devlettir. Dünyada iki tane örneğin vardır. Birincisi Türkiye, ikincisi ise Ukrayna'dır. Demek ki cumhuriyet kurulurken Uniterian statüsünde kurulmuştur.Yani birleştirici özelliği dikkate alınmıştır. Öyleyse bugünkü Türkiye'nin hukuku da Federal Almanya hukuku gibi, AB hukuku gibi olamaz, özel bir hukuk anlayışına sahip olmak zorundadır.

Üniterian (birleştirici) devlete uygun bir hukuk anlayışı olmalıdır. Federal bir devletin, federal bir devlet sistemine uygun hukuku vardır. ABD'nin olduğu gibi birleşik devletler statüsüne uygun bir hukuku anlayışın vardır. Ama Türkiye'deki üniterian devlet modeli, gerçekte en üst modeldir ve onun için hukuk anlayışı da farklı olmalıdır.

Melting Pot (kazan,pota) sistemine göre üniterian sisteminin eksik tarafı var mı?

Bakın Amerika Birleşik Devletleri'nde en üst yetkili şahış değil, Anayasa kurumudur. Hatta devlet beşinci sırada gelir. ABD'de sistem; Anayasa, Senato, Kongre, Başkan ve Devlet şeklinde sıralanır. Ama Türkiye'de ise durum tam tersi: en tepede Anayasa değil Devlet vardır. Dolayısı ile Türkiye'nin değiştirmesi gereken en önemli meselesi Anayasa'yı en tepeye koymasıdır. Üniterian (Birleştirici) Devlet Sistemi'nin eksik bırakılmış olan kısmı budur. Hangi anayasa sorusu ayrıdır, ama en tepede Anayasa kurumu olmak zorundadır.

Türkiye'nin 22 devlet olma durumuna dönersek�

Osmanlı devleti 100 yıl öncesine kadar, bugünün 22 devletinde asırlarca hüküm sürmüş; kan, şiddet, kavga olmadan yönetmiştir. Bakın ABD, bugün sadece bir Irak'ı bile yönetemiyor. Ama Osmanlı yönetmişti. Nasıl ve ne yaparak yönetmişti bunca ülkeyi? Osmanlı'nın en büyük özelliği; tebaasına demişti ki; �Sen dininde özgürce, dilediğin gibi davran ve yaşa' Düşünebiliyormusunuz ki, bir imparatorlukta; her güneş ağardığında 13 değişik dil ve 40 farklı lehçe kullanılıyordu aynı anda. Üstelik hiç kimse bir başkasının özgürlük alanını ihlal etmeden. Kaldı ki, çok güçlü bir ekonomik yapı olsa, bu olabilir diye düşünülebilir. �Efendim, aralarında ortak nokta paradır. Güçlü para olduğu için bu iş oluyordu' denilebilir ama,Osmanlı'nın ekonomisi hiçbir zaman çok kuvvetli olmamıştır. Demek ki, gönüllü bağlayan başka nedenler vardı. Kaldı ki, 1900'lü yılların başlarında yabancıların rakamlarına göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun tim nüfusu 23 milyondu. Bu rakamın 8.5 milyonu ise gayr-ı müslüm. Bu rakamlar çerçevesinde baktığımız zaman, o kadar yüzyıldır bizimle beraber yaşamış olan gayr-ı Müslimlerin sadece ekonomik nendenlerle değil, serbest iradeleri ile kaldıklarını görüyoruz. Başa dönersek; bu 22 devletin yıkılması ve küçük küçük devletlerin meydana getirilmesi tamamıyla İngiliz politikası idi. Her ne kadar Rus ve Fransızların projeleri olsa bile Osmanlı, İngilizlerin oyunları ile parçalandı.

Bu süreç ne zaman ve nerede başladı?

Özellikle 1820'lerden itibaren Harput, Elazığ, Erzurum, Siirt, Van, Bitlis, Muş, Batman gibi yerlerde çok güçlü misyonerlik faliyetleri yürüttüler. Sakın aklınıza 7-8 kişi gelmiş de misyonerlik yapıyorlar görüntüsü gelmesin. Örneğin Harput'a gelmiş yerleşmişler. Düşünebiliyormusunuz, o dönemde Harput'a yerleşmiş ABD'liler var.

Peki misyonerlik faaliyetlerini yürüten okullar konusunda ne düşünüyorsunuz? Bir rakam verebilirmisiniz?

1918'de Osmanlı topraklarında 1000'den fazla okul vardı. Buna karşılık 138 Osmanlı okulu vardı. Bunlardan 500'ü Protestan, 60'ı Rus Ortodoks, 25'i Alman, geri kalan ise İtalyan ve Alman Katolik eğitimi veren okullardı. Buradan bakıldığı zaman yetiştirilmiş kadrolar ve bu kadrolarla birlikte gelen değişim ve değiştirme hareketleri Osmanlı'nın sonunu, Cumhuriyet'in başlangıcını hazırlamıştır.

Bu noktada dış sanayinin zorlanması olduğu konusunda neler söyleyeceksiniz?

Dışımızdaki sanayinin zorlanmasına baktığımız zaman tekstil sektörü ile ilgili olarak çok enteresan bir olay karşımıza çıkıyor. 1924'lerden itibaren Mustafa Kemal'in Amerikalılara yaptırdığı davet üzerine Türkiye'ye gelen ve DODD Raporları diye bilinen üç ciltlik; �Türkiye Ne Yapmalı?' raporları bulunmaktadır. Bu raporları kimse bilmez ne yazık ki. DODD Raporları'nda, özellikle Tekstil Sanayi'ni ele alıyor ve diyorlar ki; �Osmanlı İmparatorluğu çökerken dahi, dünya tekstilinin %8'ini karşılıyordu.'En büyük rakibi ise İngiltere idi.

Ne demek bu şimdi?

Bakın İngiltere'de demokrasi �Türkiye'nin geliştirilmesi amacından söz edilirken bahsettiğimiz- bildiğimiz demokrasi değil, Kraliyet-Meşruti Kraliyet çerçevesinde demokrasi anlayışını geliştirenler de tekstilciler oldu. Ama Türkiye'de öyle olmadı. İngiltere'de ise Kraliyet normundaki demokrasiyi tekstilciler geliştirdi.

Bu gelişme nasıl oldu?

Tekstil makinalarının en küçük evlere, köylere, kasabalara ve şehirlere kadar intikal ettirilmesi, oradaki yerel birimlerin kendilerinebir geçim kaynağı temin etmelerinden dolayı şu yada bu şekilde makinasına ve ürününe sahip çıkma bilinci geliştirildi. Osmanlı'da bu şekilde olmadı ve İngiltere, Osmanlı'yı tekstilde büyük rakip olarak gördüğü için Osmanlı'nın tekstilini bozmaya yönelmiştir. Tıpkı bugün AB'nin, Türkiye'yi tarımda büyük bir rakip görerek, verimli topraklarımızı yok ettirmeye çalışması meselesi gibi. Şimdi DODD Raporları'na dönersek; raporda deniyor ki, �tekstil devletin denetimi altında olmalıdır. Çünkü tekstil hem iç, hem dış pazarlarda çok önemli bir sanayidir.' Böylelikle DODD Raporları, Sümerbank ve diğer tesislerin kurulmasını öneriyor ve bu tesisler kuruluyor. Ancak bununla yetinilmiyor. 1930'ların başında deniliyor ki, �Türk Kadını eğer, hala tek seçenekli giyimde devam ederse, iç pazarı geliştirilemez ve iç piyasa canlanamaz. O halde ne yapmalı? Kadınlara hak vermelisin. Kadınlara hak vermelisin ki, kadın açılacak, saçılacak ve dolayısı ile giyimde rekabeti getirecek.'

Bazı değişimleri kadını iş dünyasına sokarak mı gerçekleştirdiler?

Bakın bunun tipik örnekleri İngiltere'de 1880'lerde yaşandı. Ekonomi darlaştığı, bozulduğu zaman kumaş yetmediği için kısa etek modasını yaymaya çalışarak herkesi kısa etek giymeye teşvik etmişler. Bir diğer örnek ise II . Dünya Savaşı öncesinde tekstilde büyük sıkıntı olduğu için Hitler, erkeklerin uzun kol gömlek giymesini yasaklamıştır. Çünkü yeterince kumaş yoktu. Kumaş bolluğu yaşandığı zamanlarda uzun etek ve uzun kol gömlek modası başlatarak kumaş stoklarını erittiklerini görmekteyiz. Demek ki, tekstil, moda, marka vs. gibi konularda bu işlerde kullanılabiliniyor.Diğer bir konu ise tekstilde kadın işçi çalıştırmak. Tekstilde kadın işçi hem daha ucuz iş gücü demek, hem daha sağlam hem kadının bildiği bir iş. Dolayısı ile kadınları iş dünyasına ve bizzat üretimin içine sokarak iç piyasayı genişletmek iş gücünü değerlendirmek ve mümkün mertebe kadınlara ürün aldırtmak istenmiştir. Yani 1930'lu yıllardan bu yana şunu görüyoruz; kadının tekstilde çok özel bir yeri olmuştur.

Sayın Altındal, buraya kadar anlattıklarınızı toparlarsak ortaya ne çıkıyor?

Evet buraya kadar anlattığımız şu: Adına Türkiye denilen ülkenin 22 değişik duyuş, düşünüş ve davranışı kendi içinde mezcetme çabasından kaynaklanmaktadır. Burada ortaya çıkan husus da şu; bunların hepsi birer üst tasarımdır. Yani Cumhuriyet kurulmadan önce hazırlanmış planlar çerçevesinde yürüyen işler yapılmış Türkiye'de.

Peki Türkiye, bunları yaparken inisiyatifi ne olmuştur?

Evet bu sorunun cevaplandırılması gerekir. Yani milli, muhafazakar ya da mukaddesata bağlı değerlerin korunması ne kadar sağlanabilmiştir. Bu tartışmalı. Dolayısı ile son 50-60 senedir tartışılan en önemli konu bu olmuştur. Daima üst tasarımların bir laboratuar ortamı olarak uygulandığı bir bölgedeyiz. Bizim fonksiyonlarımız maalesef; gelen üst tasarımları uyguladıktan sonra çıkan problemlerle uğraştırılarak sınırlı bırakılıyoruz. Biz çözdükten sonra bunlar alıyorlar ve diyorlar ki; �bakın biz bu problemi bu laboratuarda denedik ve bu problemi Türkler de bunu bu şekilde çözdüler. Ölerek, öldürülerek, çoluk-çocuk sefalet çekerek, aç kalarak, cahil kalarak, perişan olarak geçtiler ve biz bunu alıp kullanabiliriz' diyorlar.

Bu oldukça önemli. Peki bu üst tasarımları yapan güçler kimdir?

Bunlara baktığımız zaman evvela şunu görüyoruz: Avrupa Birliği dediğimiz; Hıristiyan kubbesinde yüze yakın değişik yapı mevcut. Bunların hepsi çeşitli gizli örgütler olduğu gibi, kiliseye karşı olanlar, kiliseyi savunanlar olduğu gibi Ezoterik-Okültik gizli örgütler vardır. Bunların başında da 16.yüzyıldan beri etkili olan Gül ve Haç Kardeşliği teşkilatı gelmektedir. Bu teşkilatın 1621'den itibaren belgeleri var. Bu belgelerde Avrupa'nın cumhuriyetler olarak birliğinin sağlanması ve cumhuriyetlerin üst bir tasarım çerçevesinde birleştirilerek Avrupa'nın Gnostik-Masonik Hıristiyan olarak geleceğinin devam ettirilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.

Bu sağlandı mı? Yani AB bu düşüncenin eseri midir?

Özellikle 1717'de İngiltere'de Anderson Anayasası olarak bilinen bir gizli Mason Anayasası yapılmış, bu anayasa çerçevesinde İngiltere'de Masonik değerlerin ön plana çıkarılmasına karar verilmiş ve gündelik hale getirilmiştir. Avrupa'da ise 1720'lerden itibaren Gül ve Haç Kardeşliği'nin İlluminate'ye kadar giden yolda, hazırlanan üst tasarımlarda Fransız İhtilali meydana getirilmiş, ondan sonrada Gnostik dediğimiz Rafizi (Kilise dışı) bir Hıristiyanlık anlayışı ile Avrupa Birliği tesis edilmiştir. AB içinde bütün bu teşkilatların çeşitli ülkeler bazında bir Mason teşkilatının ferdiyetleri ile operatif ve spekülatif bir şekilde girift ilişkileri var. Bakın ilginç diğer bir konu ise Bilinmeyen Hitler adlı kitabımda dile getirdiğim gibi; Hitler'i Gizli (Okültik) İlimler Teşkilatı olan Thule Gessellschaft diye bir örgüt tarafından adım adım iktidara taşıdığını görüyoruz.

Yani Hitler, aslında bir üst tasarımın ürünüdür. Öyle mi?

Evet Hitler, Okültik (Gizli İlimler) Örgütü'nün bir ürünüdür. Ama bundan daha önemlisi Bilinmeyen Hitler kitabımda belirttiğim gibi, Hitleri adım adım iktidara taşıyan Thule Gesselschaft örgütünün kurucusu Türk vatandaşı, Bektaşi aynı zamanda Mason olan Baron Rudolf von Sebottendorff diye birisidir. Tarihçilerden kendisini on yıllarca gizlemeyi başaran, Hitler'in yol göstericisi ve rakibi olan Sebottendorff, Türk vatandaşıydı ve Hitler'i iktidara getiren esrarengiz örgütü ilk kez İstanbul'da kurmuştu. Hitler'in hiç bilinmeyen bu yönünü Alman ve İsrailli araştırmacılar da ilk kez bu kitaptaki belgelerden öğrendiler.

Bir üst tasarım olarak da bilinen ve son yıllarımıza ciddi anlamda yön veren Skulls&Bones (Kurukafalar ve Kemikler) Örgütü'nün amacı nedir?

Bu örgüt, İsa'nin kendisine �kurtarıcılık ve yeniden yapılandırma' görevini verdiğini düşünüyor. Bunun için bu örgütün en tanınmış üyesi ABD Devlet Başkanı George W.Bush, İsa'nın kendisine bu misyonu verdiğine inanarak, yeniden yapılandırma ve kurtarma işine Irak'tan başlamıştır. Müslüman Irak halkını �Kurtarmak' ve Müslüman coğrafyasını �Yeniden Yapılandırmak' misyonunun kendisine verildiğine inanıyor Bush. Methodist, yobaz Evangelist bir gizli örgüt üyesi Hıristiyan'ın başkanlığında ABD savaş makinesı 2003 yılında insanlığı �Yeni Dünya Düzeni'ne hazırlamıştır.

Gerçekten ilginç bilgiler. Peki yüz yıllardır devam ede gelen teşkilatların eylemleri nasıl işliyor ve nasıl bir takvime sahipler?

Evet, üst tasarımlar, bizim gündelik yaşadığımız takvimlere göre yapılmıyorç Bu adamların kendilerine özel takvimleri var. Örneğin biz 365 günlük takvimi kullanıyoruz, ama bu adamlar 1540'lardan bu yana 360 günlük takvim kullanıyorlar. Demek ki, biz 5 gün onların gerisinden gidiyoruz. Bu takvimi kullandıkları tarihten bu yana 8-9 sene önümüzde gidiyorlar. Bizim kutsal saydığımız günler, onlar için hiç de kutsal değildir. Buna Hz.İsa'nın doğum günü kabul denilen günde dahildir. Demek ki dikkat etmemiz gereken en önemli kavram; bizim hakkımızda karar vericilerin kim olduklarıdır? Önemli olan da karar vericilerin arasında yer almaktır.

Bu noktada şunu sormak istiyorum: Türk ve Müslüman olmak kaydıyla bu karar vericilerin arasında yer alan var mı?

Göstermelik olarak var. Ama en çok iki kişi olacak şekilde. Bakın son 150 yıldır Türkiye'yi yönetmiş ve yönetimde ağırlığını hissettirmiş karar vericilerin hepsi devşirme, dönme ve masondur. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, tam anlamıyla İslami yaşamın gereklerine uygun bir şekilde yaşamını sürdüren hiç kimse Osmanlı'nın yönetiminde söz sahibi olmuş değildir. Sultan Abdülhamit Han bunların baskısı altındaydı. Öyleyse şöyle bakıldığındabu 22 devletin çeşitli unsurlarında oluşan ve bunların arasından sivrilerek şu veya bu nedenlerle başkaları tarafından seçilen, mason teşkilatlarına katılmış, yabancı okullarda eğitimini tamamlamış İslam dini ile ilişkilerini kesmiş, fakat Müslümanmış gibi görünen pek çok insan görülmüştür.

Birkaç İsim verebilirmisiniz?

Gül ve Haç Kardeşliği kitabımızın 148 � 149. sayfalarında bu isimlerin 28 tanesi yer almaktadır. Bir örnek verirsek, 1963 yılında Türkiye'de Gül ve Haç Kardeşliği Şövalyesi olarak İzmirli Avdeti Sebataycı Cemal Birik diye birisi seçiliyor. 17. derecede Mason olan Birik 1964'te İskoç Riti'nin izniyle önce Tapınak Şövalyeliği mertebesine, sonra da 33. dereceye çıkartılarak Gül ve Haç Baş Şövalyesi tayin ediliyor. Birik'i tayin edenler ise Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a yakınlığı ile tanınan Menderes'in ekonomi danışmanı ünlü iktisat Profesörü Hazım Atıf Kuyucak, Necmettin Erol ve T.C. Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı vekili ve adayı İhsan Sabri Çağlayangil'dir. Birkaç isim daha örnek verirsek; Özbekler Tekkesi Şeyhi Ataullah Efendi, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Meclis Başkanı Kazım Özalp, Devlet Başkanı Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve daha nicelerini saymak mümkün. Bunların tamamı 33. dereceden masondurlar. Bakın 33.derece Mason olan Çağlayangil MRA olarak bilinen Moral Rearmament ( Manevi Cihazlama Derneği ) Türkiye'deki güçlü ellerinden biriydi. Başta Koç ve Sabancı aileleri olmak ğzere kalburğstğ kişileri bu İsviçreli örgütle tanıştıran da oydu. Manevi Cihazlama Derneği (MRA)'nın Türkiye kurucularından birisi ise dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dır. Türk Milleti bu kişilerin gerçek kimliklerini hiçbir zaman bilmemiş, bilememiştir. Bunlar ve daha yüzlercesi Osmanlı İmparatorluğu'nu çökerten güçlerin �Gizli' örgütleri ile gönüllü �İnanç Bağları' kurmuşlar ve kendilerinden istenilen yasaları yapıp Türk Milleti'nin önüne koyarak bu ulusun hayatına yön vermişlerdir. Sonuçta Türkiye'de dünyaya gelen her bebek bu dünyada yaşayacak olduğu için bu gizli örgütlerin koydukları �Bu dünyaya gelme vergisi' olarak 2500-3000 dolarlık bir haraç ödemek zorunda bırakılmışlardır. AB'ye bir de bu yönde bakmakta fayda vardır. Yukarıdaki isimlerin hepsi ne yazık ki, batının Masonik güçlerine hizmet etmekten başka bir işe yaramamışlardır.

O halde Türkiye'nin kurtuluş şansı var mı? Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği bunun için bir şans olarak değerlendirilebilir mi?

Hayal. Türkiye'nin AB üyeliği ile kurtuluşu hayalden başka bir şey değildir.

Peki bu güçler tarafından Türkiye'de ne olması isteniyor?

Bu husus çok önemlidir. Bilindiği gibi I.Dünya Savaşı sonunda 1918'den itibaren Türkiye'ye Sevr Anlaşması dayatılmıştır. Bakın bir anlaşmaya taraf olabilmeniz için millet statüsünde olmanız gerekir. Bu anlaşma sırasında Türkiye taraf olamamıştır. Çünkü Türkiye'ye bir millet değil, bir ümmet olarak bakıyorlardı. Diyorlar ki, �Siz millet değil, ümmetsiniz. Dolayısı ile taraf olamazsınız. Onun için sizin hakkınızdaki kararları biz alırız ve biz uygularız.' Şimdi Lozan'a da kötü bakanlar �Lozan'da şunu kaybettik, bunu kaybettik' diyorlar. Fakat 1918'den 1923'e kadar geçen 5 yıllık dönemde Lazı, Kürdü, Çerkezi'yle bie millet olduğunu ispat etmiştir ve Türkiye Lozan'a bir taraf olarak oturmuştur. Bakın Lozan'da Ermeniler taraf olarak katılamamıştır. Çünkü Türkiye, �biz bir milletiz' diyerek engellemiştir ve bu tarihte Türkiye, Cumhuriyet ilan etmiştir. Üniter devlet statüsünü bileğinin hakkıyla kazanmıştır. Bakın Türkiye, anti emperyalist savaşla kurulmuş ilk cumhuriyettir. Bundan önce kurulmuş cumhuriyetlerin tamamı ya ihtilallerle yada darbelerle kurulmuşlardır.

Peki bu günlerde hararetle tartışılan Sevr Anlaşması yürülülükten kaldırılmış mıdır?

Tek kelime ile hayır. Çünkü tek taraflı olarak Sevr'i biz reddettik. Ama Sevr Anlaşması'na taraf olan ülkeler, şuana kadar imzalarını geri çekmiş değiller. Dolayısı ile onlar için Sevr halen yürürlüktedir. Parave toprak tazminatı gibi talepleri Avrupa Birliği aracılığı ile Türkiye'nin önüne getirilecektir. Peki Lozan Anlaşması tek başına yeterlimi? Hayır, yetmiyor. Çünkü adamlar diyorlar ki, �Lozan Anlaşması bir uluslar arası anlaşmadır. Ama biz uluslar arası anlaşmadır. Ama biz uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde değil, uluslarüstü bir anlaşmalar çerçevesinde ele alıyoruz.' Nedir bu? Soykırım hukuku ve insan hakları hukuku olarak önümüze getiriyorlar. �Uluslarüstü olan hukuk sizi aşar. Lozan Anlaşma'nızı hiçbir şekilde tanımıyoruz. Dolayısı ile ben seni uluslarüstü hukuka göre yargılıyorum. Bir Soykırım ve İnsan Hakları Hukuku mevcut ve buna göre tazminat vereceksin' diyorlar.

Sevr Anlaşması'nın yürürlülükte olduğu bir durumda Lozan Anlaşması bize nereye kadar güvence sağlıyor?

Hiç güvence sağlamıyor. Çünkü Lozan Anlaşması, ABD tarafından kabul edilmiyor. En önemli müttefikimiz olan ABD, Türkiye'nin Lozan Anlaşması'nı halen kabul etmiş değil. Dolayısı ile ABD diyor ki, �Türkiye'nin Doğu sınırları benim tarafımdan kabul edilmiş sınırlar değildir. O nedenledir ki, Irak'ın Kuzeyinde İngiltere bukunması gerektiği halde ABD var. İngiltere olsaydı, Türkiye ile İngiltere arasında anlaşma olduğu için bir tek Kerkük meselesinde BM tarafından dondurulmuş bir hukuki statü bulunduğu için Türkiye'nin işi çok kolay olacaktı. Ama özellikle ABD geldi ve Türkiye aleyhindeki faaliyetleri sürdürüyorlar. M aalesef bunun için zavallı Kürtleri kullanıyor. GAP Bölgesi'nde oynanan oyunlar da bunun birer uzantısıdır. Şimdi ne kadar manidardır ki, dünyada en kolay verilen kredi, baraj kredisidir. Çünkü garanti paradır. Ama İsrail, GAP bölgesi için hiçbir bankaya tek bir kuruş kredi verdirtmemiştir.

NEDEN?

Çünkü Türkiye'de yaşanan enflasyon, hem terör, hemde GAP'a dökülen paralar dolayısıyladır. GAP'ı, Türk Halkı kendi paraları ile ve yüzde yüzlük enflasyonlar yaşayarak yapmıştır. Fakat bugün elden gitmek üzeredir.

Şimdi iktidarda olan hükümetin gelişi de başlı başına bir olay gibi gözüküyor. Ne düşünüyorsunuz? Üst tasarımcılar burada da mı devrede?

Siyasi bir partinin altı ayda kurulup, iktidara getirilmesi manidardır. 70 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi bile böyle bir şey yapamadı. Düşünün ki, partinin başkanı olan kişi daha hapishanede iken başbakan olacak. Var mı öyle bir hikaye? Demek ki, dışarıdan hazırlanmış bir projedir. Bu yüzden bu hükümet geçicidir. Sadece istediklerini yaptirincaya kadar iktidarda olacaktır.

Sizi bu kanıya sevkeden nedenler nelerdir?

Dikkat ederseniz bu hükümet, Türkiye'yi ve Türk olma unsurlarını sahiplenmediği gibi, ilk çıkışları olan İslam söylemleri de yok artık. Erbakan bile bunlara göre daha milli birisi. Milli görüş, Erbakan'ın tekelinde olsa ne olur? Olmasa ne olur? Türkü, Kürdü, Lazı,Çerkezi her kim olursa olsun mutlaka milli bir duruş, milli bir görüş içerisinde olmalıdır. Erbakan'ın partisine üye değilim, yanlış anlaşılmasın. Burada yatan şey Kuvay-i Milliye ruhudur. Müdafa-i Hukuk'tan, Misak-ı Milli'den geliyoruz. Dolayısı ile bu topraklarda yaşamak milli olmayı gerektirir. Ve bu hükümet milli unsurlara sahip çıkmadığı için ABD, İsrail, İngiltere ve AB'nin bir üst tasarımıdır. Bizim dışımızdaki planlayıcılar üzerimizdeki paylaşımı çoktan yaptılar. Böyle devam ederse Türkiye tamam veya devam diyebilmek için son on yılını oynuyor. Ben böyle görüyorum. Dolayısı ile herkesin gözünü açması ve uyanması gerekir diye düşünüyorum çünkü üzerimizdeki oyunları bozabilmek için vakit kalmadı.Yani şu anda uzatmaları oynuyoruz ve bununda iyice anlaşılması lazım artık.

Bu gerçekleri kimse görmüyormu? Vatandaş neden uyanmıyor?

Bakın ülkeyi sokaktaki vatandaşlar yönetmez. Onlar ülkeye sahip çıkarlar. Ülkeyi yönetenler daima elitlerdir. Osmanlı'nın elitlerini yok ettiler. Elit kadrolar olmadan hiçbir ülke ayakta duramaz. Okuma yazma bilmeyen insanlar ülkeyi nasıl yönetsin? Bakın bir örnek vereyim Çok sevdiğim Ali Rıza Septioğlu, bakan bile olmuştu, eğitimi olmadığı halde. Ancak adam bakanlığında bekçi bile olamıyormuşum demişti. Ne yazık ki Türkiye'in seçkinleri kaybetmişlerdir. Disiplin özel eğitim, özel birikim demektir. Otoriter demek değildir. Bunun için acilen Türkiye'nin çok acilen disiplin ihtiyacı vardır. Ayrıca Türkiye'nin hayatı algılayışta milli duruş halinde bulunabilme, oradan gelip gitmeme gücüdür. Değerlerin neyse, o değerlerini korumak için direnme ve savunmatır disiplin. Türkiye'de otorite var ama disiplin yok ne yazıkkıi.

Yani demek istiyorsunuz ki Türkiye'nin asıl ihitiyacı; ilk Meclis'in ruhudur. Öyle mi?

Evet kesinlikle öyle. İlk meclis ruhuna her zamankinden fazla ihtiyacımız var.

Aytunç Altındal, Röportaj

F.İnce, Bistrol , Kasım 2004