Emperyalizm, bir ülkenin (ya da ülkeler ittifakının) diğer ülkeye (ya da ülkelere) siyasi ve/veya ekonomik olarak hükmettiği durumu ifade eder. Emperyalizm orijin olarak 1. Napoleon'un yayılma politikasına karşı hakaret anlamında kullanılmıştı. Bir süre sonra ise Ingiltere'nin yayılmacı politikası için kullanılmaya başlandı. Emperyalizmi bilimsel olarak formüle eden J.A. Hobson (1858-1940) adlı Ingiliz liberal iktisatçı olmuştur (Imperialism: A. Study, 1902)
Hobson 19. Yüzyıl sonunu incelemiş, bu dönemin önceki dönemden farklı olarak bir çok emperyal yarışçının birbiriyle rekabet içinde bulunduğunu, mali sermayenin ise ticari sermayenin önüne geçerek üstünlük sağlamış olduğu tesbitini yapmıştır. Ingiltere'nin Birmingham şehrinden tanınmış yatırımcı Joseph Chamberlain'in (1830-1886) Ingiliz işçilerin
yaşamına katkı sağlayacağını iddia ettiği ticari emperyalizm yaklaşımına hem Ingiliz işçilerinin hem de sermayedarlarının zararına olacağı düşüncesiyle Hobson karşı çıkmıştı. Hobson'un çalışmasını Rudolf Hilferding (1877-1914), Rosa Luxemburg (1871-1919), ve V.I. Lenin'in (1870-1924) bu konudaki çalışmaları izlemişti.
Hilferding'in mali sermaye adlı 1910 tarihli çalışmasında Hobson'a emperyalist rekabetin kaçınılmaz olarak şiddete yol açacağı konusunda katıldığını görüyoruz. Fakat Hilferding, Hobson'un reformist önerisini reddetmiştir. Hobson önerisinde maaşların artırılarak iç pazarın geliştirilebileceğini ifade etmekteydi. Hilferding ise sermayedarların kârlarının düşüşüne yol açacağından bu önerinin sermayedarların engellemesi nedeniyle uygulanamayacağını öne sürmüştü.
Luxemburg, emperyalist merkezler ile sömürülen ülkeler arasındaki eşitsiz değişimin sermayenin birikiminde önemli rol oynadığını, bunda militarizmin tarihi bir rolü olduğunu belirtmiş ve siyasi kontrol, askeri işgal ve dış borçlar arasındaki ilişkiye dikkat
çekmiştir.
Lenin ise, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmde tekeller ve mali sermaye kontrolünü
kurmuş, sermaye ihracı kesin bir öncelik sağlamış, yeryüzündeki tüm coğrafyaların paylaşımı tamamlanmış olacaktır diyordu. Lenin, Kautsky'i emperyalizmin doğasını anlamadığı gerekçesiyle eleştirmiş, Kautsky'nin dünya emperyalizminin bir birlik oluşturabileceği yaklaşımına karşı çıkmıştı. Lenin'e göre mali sermayenin dünya ekonomisindeki kontrolü, eşitsizliği ve çelişkileri artırmaktadır. Kârın gelişmekte olan çevre ülkelerden gelişmiş merkez
ülkelere aktarımı uluslararası ticarette eşitsiz rekabetin artmasıyla 1970'li ve 1980'li yıllarda daha da hızlanmıştır.
Emperyalizm, 20. yüzyılda kendisini özellikle büyük devletler arasında pazarların ele geçirilmesi
mücadelesi olarak gösterdi. 19. Yüzyılın son çeyreğinde sanayideki gelişmenin yüksek olduğu kuzey batı Avrupa başta olmak üzere büyük güçler artan sanayi ürünleri için dış pazarlar aramaya koyulmuş, bu da bu güçler arasında pazar kavgasını beraberinde getirmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğine girerken 1870'li yıllar sömürge imparatorluklarının ve hegemon güçlerin bir emperyalist sistemi oluşturdukları yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu yeni dönem, ekonomik ve askeri olarak zayıf gelişmekte olan çevre ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak gelişmiş merkezi güçlerin birine yada bunların kurdukları ittifaklara boyun eğdirilmesi
sürecinde yeni bir süreçtir.
20.yüzyılın ilk yarısında merkezi zengin ülkeler dünya ekonomisinden daha fazla pay alabilmek amacıyla birbirlerinin boğazlarına sarılmışlardı. Bu deneyimlerin ağır faturası nedeniyle merkezi ülkeler paylaşım savaşlarında yeni yöntemler geliştirmeye başlamışlardı.
Özellikle Ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra boyun eğdirilmesi istenilen çevre ülkelerde
etnik, dinsel hareketlerin kullanılması yoluna gidilmiştir. Bu yolla çevre ülkelere dayatılmak
istenilen talepler, bu ülkelerdeki yönetimlerin özellikle etnik ve dinsel grupların talepleri
karşısında zorlandıkları durumlarda gündeme getirilmiştir.
Emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğindeki görünümünde sürekli bir değişim yaşanmış ve
yöntemlerinde farklılaşmalar gözlenmiştir. 20. yüzyıl boyunca merkezi ülkeler zaman zaman uluslararası etkinlik sağlama konusunda anlaşmazlığa düşmüş olsalar da uluslararası sistemin emperyalist yapısı temelde değişmemiştir.
Değişim, kullanılan yöntemlerdeki esnek yaklaşımlarda gözlemlenmektedir. Bu esnekliktir ki
varolan sisteme yönelik muhalefeti başka alanlara yönlendirmeye yardımcı olmuştur. 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vuran en önemli yöntemlerden birisi olan etnik-dinsel kart kullanılarak çevrede etkinlik sürdürmenin maliyeti ise Türkiye gibi çevre
ülkeler açısından yüksek olmuştur.
Hegemonyayı sürdürebilmenin bir maliyeti vardır. Bunun için merkezi ülkeler enerji kaynaklarının kontrolü üzerinde bir yarış içerisine girmişlerdir. Kuzey Irak konusu bu çerçevede anlaşılabilir. Washington'un istediği ABD?nin Körfezdeki ve Hazar havzasındaki enerji kaynaklarını kontrol etmesine yardımcı olabilecek ve kendi kontrolünde tutabileceği bir
Kürdistan'ı kurmaktır.
Suudi Arabistan'da 261, Kuveyt'te 96, Irak'ta 112, Iran'da 93, Hazar
havzasında 163 milyar varil (tahmini) petrol rezervinin (ayrıca yaklaşık 360 trilyon metre küp
doğal gaz) varlığı bu bölgede merkezi ülkelerin rekabetini artırmakta ve bu rekabet ortamının
yarattığı dumanlı havada en fazla fayda sağlamak amacıyla etnik ve dinsel hareketlerde dahil her yönteme başvurulabilmektedir.
Suudi Arabistan ve Kuveyt başta olmak üzere bu bölgenin petrol gelirlerinin özellikle Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden sonra ABD, Ingiltere, Fransa, Rusya ve Almanya'ya silah alımları için akması (1995-2000 arası yaklaşık 80 milyar dolar)1 merkezi ülkelerin
ekonomilerine önemli bir destek sağlamaktadır.
Bu imkanları korumak ve sürdürmek için bazı merkezi ülkeler kendi yararlarına işleyen uluslararası sistemin emperyalist yapısının değişmemesi için her yola başvuracaklarını 11 eylül sonrası gelişmelerde görüldüğü gibi değişik uygulamalarıyla göstermişlerdir.
Çevre ülkelerden transfer ettikleri kaynakları kendi toplumunun taleplerinin bir kısmını tatmin etmek için de kullanan merkezi ülkeler, çevre ülkelerin insanının içinde bulundukları olumsuz koşullardan globalleşme ile kurtulabileceklerini vaaz etmektedirler.
Adaletin ve eşitliğin globalleşmesini değil de merkezi ülkelerin kendi çıkarlarına hizmet eden emperyalizmin yeni ideolojisi olan ve merkezi zengin ülkelerde daha fazla refahı, çevre ülkelerde ise daha fazla yoksulluğu getirecek olan uluslararası liberalizm'in kurallarının devamlılığını savunanlar, çevre ülke insanına yeni bir şey önermemektedirler.
Merkezi gelişmiş zengin ülkeler, kontrol edilebilir olan bazı etnik ve dinsel hareketleri destekleyerek bu çatışmaların sürdüğü ülke yönetimlerine, merkezin çıkarlarına uygun kararlar almalarını dayatma imkanı bulmaktadır. Bu hareketlerin başarılı olmaları halinde çevrede yeni kontrol alanları ve pazarlar doğmaktadır.
Bu yeni pazarlar merkezi ülkelerin kontrolünde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığıyla yine merkezi ülkelerin koyduğu kurallara serbest pazar ekonomisi gibi kavramlar aracılığıyla boyun eğdirilmeye zorlanmaktadır.
Çevre ülke hükümetleri üzerinde hegemonyanın devamı için gerekli boyun eğdirmenin sağlanmasını amaçlayan ve bu amaçla hükümet dışı kuruluşları adeta birer misyoner teşkilatı gibi kullanan bazı merkezi ülkeler çevre ülkelerde özellikle bazı eski-yeni sol
gurupları-dini gurupları onların geleneksel muhalif eğilimlerini kullanarak sivil toplum örgütleri adı altında örgütlemeye öncelik vermektedirler.
Bunlar uluslararası kapitalizmin misyonerliğini üstlenen hükümet dışı kuruluşlara destek verirlerken emperyalizmin uluslararası sitemdeki hesaplarına karşı tavır almazlar, yani merkezin çevre üzerinde doğrudan ya da uluslararası tekeller ve onların yerli işbirlikçileri aracılığıyla kurdukları ekonomik hegemonyayı sorgulama gündemlerinde yoktur. Bu
ekonomik hegemonyadır ki bütün sorunların en önemli kısmını oluşturmaktadır.
Şiddetin uluslararası müdahaleyi getirebileceğini ve bundan yararlanabileceklerini uman PKK gibi bazı örgüt liderleri açıkça emperyalizmin hesaplarına hizmet etmişlerdir. Dış destek aldığı için merkezi hükümeti taviz vermeye zorlayabileceğini uman PKK gibi etnik
hareketler emperyalizmin bölgesel çıkarlarına hizmet etmekten kurtulamamışlardır. Soğuk Savaş?ın dumanlı havasını kullanabileceğini uman PKK liderliği ABD ve müttefiklerinin hegemonya konusundaki değişik hesapları karşısında ortada kalmıştır. Almanya ve
Fransa?nın ABD ile hegemonya yarışı arasında sıkışan PKK?nın faaliyetleri yoksulların daha da
yoksullaşmasına yol açarken, bu örgüt merkezi ve bölgesel güçlerin çıkar mücadelesinde kullanılmaktan kurtulamamıştır.
Gelişmekte olan çevre ülkelerden merkezi ülkelere, eşitsiz ticaret ve uluslararası tekeller aracılığıyla aktarılan mali kaynaklar çevre ülkeleri gerekli yatırımları yapmakta zor duruma sokmaktadır Eşitsiz ticaret, çok uluslu şirketlerin faaliyet alanlarını genişletmesi ve çevre?de yüksek dış borçlar biçiminde kendini göstermiştir. ABD gibi gelişmiş ülkelerin dış
borçları değişik biçimlerdeki kâr transferleriyle sürdürülebilmiştir.
ABD devleti çok uluslu şirketlerinin global ekonomik faaliyetlerini engelsiz sürdürebilmeleri için askeri gücü de dahil tüm imkanlarını kullanmaktadır. Dünyadaki 500 büyük şirketten 191'i Amerikan şirketidir. Bunların kârlarının bir kısmını yatırımlara ayırdıkları ve önemli bir kısmını da kendi ülkelerine aktardıkları dikkate alınırsa kâr transferinde çok uluslu şirketlerin oynadığı rolün önemi görülmektedir.
Uluslararası örgütlerin (BM, Dünya Bankası, ILO gibi) verileri sermaye transferi ve gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam standardının düşmekte olduğunu göstermektedir. Merkez-Çevre arasında ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel ilişkilerdeki artan oranda bir içi içe geçmişliğin yaşandığı bir sürece girildiğinin iddia edildiği günümüzde aslında Çok Uluslu Şirketler'in açısından görülmek istenen manzaranın tanımlandığını görüyoruz.
Bu döneme globalleşme adı da verilmektedir. H. Kissinger'e göre globalleşme ABD hegemonyasının başka bir adıdır. Globalleşme çağında milli devletlerin önemini yitirdiğini vaaz edenler aslında pazarların açılması ve emperyal merkezlerin emrine sunulmasını önermektedirler. Bütün gelişmiş sanayi ülkelerinin korumacı politikalarla bu günkü duruma geldikleri unutulmamalıdır.
1844 yılında Amerikan yönetimi Çin'e ültimatom veriyordu. Bu ültimatomda Çin'in pazarını Amerikan mallarına açmasını, aksi durumda bunun savaş ilanı sayılacağını bildirmişti. 1990'lı yıllarda dünya hegemonyasını rahatça kurabileceğini hesap eden Washington, bunda başarılı olamayınca 11 Eylül oyunuyla yeniden kontrol sürecini başlatmış, kendisine boyun eğmeyenleri terörist listesine koymakla tehdit etmiştir.
1844'de mal satmak ve karşılığında parasını almak isteyen ABD-Ingiltere ve müttefikleri bugün
Irak'ın malını alacak fakat parasını vermeyecek. Buna yeni emperyalizm demek yerine ilkel yağmacılık demek daha doğru olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder