Perşembe, Mart 22, 2007

Atatürk'ün Önlediği Tehdit Gündemde

Yazan: İsmet Görgülü

"Her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz." Bu söz Atatürk'ün 5 Şubat 1920 tarihli bildirisindendir. Bildirisinde "Kafkas seddi" üzerine açıklamalar yapar ve sonunu başlıktaki gibi bağlar. Der ki;

"Kafkas Seddi'nin yapılmasını Türkiye'nin kati mahvı projesi sayıp, bu seddi İtilaf Devletleri'ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz."

Atatürk'ü bu sonuca götüren, Şubat 1920 itibariyle Türkiye'nin durumu şöyledir; ki anılan ve komutanlara gönderdiği bildiride durumu uzunca açıklar.

Türkiye dört bir yanından kuşatılmıştır. Batıdan Yunan ordusuyla, Boğazlardan İtilaf askerleriyle, Akdeniz'den İtalyan ve Fransız, Suriye'den Fransız, Irak'tan İngiliz ordularıyla, Kafkasya'dan yeni kurdukları ve Türk topraklarını işgal ettirdikleri Ermenistan ve Gürcistan ile, Karadeniz'den de Pontus çeteleriyle sarılmıştır. Ayrıca mevcut olan yönetimle işbirliği yapılarak, Türkiye içerden de çökertilmektedir.

Bu durumda Anadolu Türklüğünün tek nefes kapısı olarak Kafkasya kalmaktadır. Ancak bu kapı da Ermenistan tıkacı ile kapatılmaya başlanmıştır. Bu tıkacı Trabzon'dan Van Gölü güneyine kadar olan bölgeyi içine alacak şekilde büyüterek bir "sed" haline dönüştürme amaçlanmaktadır. Tıkaç, "Kafkas Seddi'ne dönüştürüldüğünde ise Türkiye'nin dünya ile olan tek nefes kapısı kapatılacak, Kafkas ve Orta Asya Türklüğü ile ve de verilecek var olma-yok olma savaşında siyasi, mali ve askeri yönden desteğine gereksinim duyulan, düşmanlarımızın düşmanı Moskova ile ilişki olanağı ortadan kalkacaktır.

ATATÜRK'ÜN GÖRDÜĞÜ GÜNCEL TEHDİT

İşte bu durumda, Kafkas Seddi'nin gerçekleştirilmesiyle Şark Siyaseti'nin son hedefi olan Türkü ve Türkiye'yi yok edip tarihten silmenin ortamı tamamlanmış olacaktır. Atatürk Kafkas Seddi'ni bu nedenle Türkiye'nin kesin yok edilme projesi sayar.

Kafkas Seddi projesi sadece Van Gölü'nden Karadeniz'e uzanan değil, bir de tamamlayıcısı olarak Güney ayağı vardır. Atatürk 6 Ekim 1920 tarihli bir telgrafında;

"...Basra Körfezi'nden Karadeniz'e kadar Doğu ile Türkiye arasında İtilaf Devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle oluşturmak.."tan söz eder.

İtilaf Devletleri'nin patronu olan İngiltere'nin de gerçek niyeti budur. Basra Körfezi ile Karadeniz ve Hazar Denizi arasında kendi nüfuzunda bir bölge oluşturmak. Bununla da bir taşla çok kuş vurmak. Birincisi, egemenliği altında bulundurduğu denizlere Karadeniz'i de katmak. İşgalle kontrol altında tuttuğu Türk Boğazları ile Karadeniz'de tam üstünlüğü sağlayamamaktadır. Rusya'ya karşı deniz üstünlüğünü sağlayabilmesi için Trabzon ve Batum limanlarını da kontrolünde tutması gerekir. İkincisi petroldür. Kendisi için Birinci Dünya Savaşı'nın hedefleri arasında bulunan Irak petrol havzalarını (Basra ve Kerkük-Musul) işgalle Türklerden alır. Savaşın sonunda Türkiye'nin kontrolünde bulunan Hazar petrol havzasını da, Mondoros Ateşkesi ile boşalttırır ve kendisi işgal eder. Bu iki büyük petrol havzasının (Irak ve Hazar) kendi kontrolünde fiziki bağını oluşturmak da, vurduğu ikinci kuş olacaktır. Üçüncüsü de Anadolu Türklüğünün direnişini, yaşam alanını daraltarak dışla ilişki olanağını keserek, bitirmek.

Kafkas Seddi projesi sonuç olarak, Basra Körfezi İle Karadeniz'i ve Hazar Denizi'ni birleştirecek bir sed olarak karşımıza çıkıyor. Seddi oluşturmak için Ermenistan'ı Karadeniz kıyılarından Van Gölü güneyine kadar genişletmek, Van Gölü ile İngiliz işgalindeki Irak arasındaki boşluğu doldurmak için de Kuzey Kürdistan'ı(!) kurmak istediler. Güney Kürdistan (!) (kuzey Irak) isterse buna katılabilecekti. İşte Sevr Anlaşması haritasının doğusu bunu düzenliyordu.

Atatürk, Türkiye'nin yok edilmesini doğuracak bu projenin tehlikelerini gördü ve bu projeden Türkiye kadar zarar görecek olan Moskova'yı birkaç kez uyardı. İki örnek:

"Ermeniler Van ve Bitlis'i ele geçirince Irak'taki İngilizlerle birleşeceklerinden dolayı bütün Yakındoğu'da İngilizlerin yeri çok sağlamlık kazanacaktır." (1 Aralık 1920)

"Ermenistan'ı Mezopotamya'da yerleşmiş İngilizlere yakınlaştıracak surette uzatmak, Moskova ve Ankara hükümetlerine pek çok nahoş sürprizler yaratmak demek olur." (27 Aralık 1920)

Uyarıları sonuç verdi, Ankara- Moskova işbirliği ile Kafkas Seddi'nin Ermenistan ayağı kırıldı. Kürdistan kurma hayali de Sevr yerine Lozan Barışı getirilerek söndürüldü. Ayrıca İngiliz'in uşaklığını yaparak bu hayalin peşinde koşanlar ile emperyalizme hizmet edeceğinin farkında olmadan bir heyecan ile Kürtçülük peşinde olanlara, kullanılanlara, bilgi ve uyarılarda bulundu, sonucun ne olacağını anlattı. İki örnek verelim:

ATATÜRK'ÜN UYARILARI

"Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip etmem. Çünkü bu teori, muhakkak Ermenistan lehine İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır."(16 Haziran 1919)

"Kürtleri Osmanlı camiasından ayırmak, İngiliz boyunduruğuna sevk etmek, neticede Doğu Anadolu'muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak Kürdistan Teali Cemiyeti gibi zararlı bir teşkilatın, vicdan yerine yabancı parası taşıyan birkaç serserinin memleketimize ekmek istedikleri fesat tohumunun Dersim'de revaç bulmuş olması üzüntü vericidir" (9 Kasım 1919)

Atatürk Kafkas Seddi'nin Anadolu'da kurulmasını önlerken, yanı sıra bu seddin Kuzey ırak'tan oluşturulmaya başlanmasına olanak vermemek için de, 1918'de elimizden çıkan Musul vilayetini Misak-ı Milli içine aldı. Anadolu'da Kurtuluş Savaşı verilirken, Musul'a yönelik de askeri harekat yaptırdı. Bizi Kurtuluş Savaşı vermek zorunda bırakan İngiltere olmasına rağmen, Anadolu'da hiç çarpışmadığımız İngiliz ordusu ile Musul için Musul kuzeyinde çarpıştık ve çok önemlidir, Dumlupınar'daki 30 Ağustos (1922) Zaferi'nin ertesi günü, 31 Ağustos'ta İngiliz ordusuna karşı Derbent Zaferi'ni kazandık. Başarıyı genişletecek gücümüz olmadığı için arkasını getiremedik.

Musul vilayetini Misak-ı Milli sınırları içine alma gerekçesi ise bazı devlet edenlerin vicdanlarını sızlatacak, yüzlerini kızartacak, Türk ulusuna vermeleri gereken hesabı artıracak şekildedir.

"Musul, bizim için çok kıymetlidir... Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde bu fikir bizim hududumuz dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilir." (16 Ocak 1923)

Musul, şu veya bu şekilde alınamaz ama orada bir Kürt hükümetinin kurulmasına da fırsat verilmez.

Günümüze geldiğimizde ise, Atatürk'ün "her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz" yaklaşımı ile önlediği Kafkas Seddi Projesi adım adım gerçekleşiyor. İngiltere'nin "Asya Çemberi Projesi" içinde yer alan Kafkas Seddi, bugün ABD'nin BOP'u içinde gerçekleştirilmek yolundadır. Geçmişte İngiltere'nin işgal ettiği Irak'ı bugün ABD işgal etmiştir. İngiltere'nin Sevr'i ile önce Kuzey'de kurulması, Güney'in sonradan buna katılması planlanan Kürdistan, bugün fiili olarak Güney'de kurulmuş, Kuzey'in buna katılması hazırlıkları yapılmaktadır. Kuzey, Güney ile birleştirilirken Sevr'deki gibi Van Gölü'ne kadar değil, Karadeniz'e kadar uzatılması planlanmaktadır. Bunu haritalar ile açıklamaktan da çekinmemektedirler. Haziran 2006'da ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan haritaya, bu bilgiler ışığında bakılması yararlı olur.

Ayrıca Türkiye çeşitli şekillerde dört bir tarafından da kuşatılmaktadır. Senaryo aynıdır, kullanılan araçlar aynıdır (Kürtçülük, Ermenicilik, işbirlikçilik), sadece filmin esas oğlanı değişmiştir. Film aynı olduğuna göre, Türkiye'nin bu senaryoya karşı tavrı da Atatürk gibi olmalıdır. Bütünlüğü için, bekası için Atatürk gibi yapmalıdır. Tehlikenin geldiği yöne karşı cephe almalı, tehlikeden zarar göreceklerle saf tutmalıdır. Tehlikeyi doğuranlardan medet umma gafletinde olmamalıdır.

"Bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetinde" olduğunu kabul etmelidir.

Pazartesi, Mart 19, 2007

Türkiye'nin güvenliği için MHP disiplini gerek

Türkiye sıçrama tahtası. Dünya Kiliseler Birliği'nin aldığı bir karar var. Lambed Konferansı Kararları. Ben bu kararların ayrıntılarını "Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri" nde yazdım. Türkiye'yi ele geçiren her tarafı ele geçirir. Hıristiyanlar Bizans'a, Doğu Roma İmparatorluğu'na nasıl hakim oldular diye baktığımızda aynı bugün uygulanan taktiği görüyoruz. Hıristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul ettirene kadar sürekli mağduru oynamışlardır.

Selcan TAŞÇI: Birçok defa Benedict dönemini "geçiş dönemi" olarak nitelediniz? Bu sonuca varmanızı sağlayan nedir?
Aytunç ALTINDAL: Sadece Papa'nın aldığı isim. Papa seçilmeden önce de, bizim için en önemli hususun, Papa'nın kim olduğundan çok alacağı isim olduğunu söylemiştim. Benedict adını almak herkese nasip olan bir şey değil. Çok değişik papalar Benedictler. Benedict'in tarikatı var. Kurucusu Aziz Benedict. Bu tarikat, engizisyon mahkemelerinin kurucusu. Avrupa'da milyonlarca insanı, kendileri gibi düşünmeyen Hıristiyanı yakıp, idam ettirdiler. Ve bugün için Katolik kilisesinde en güçlü olan dört tarikatın başında geliyorlar. Benedict adını herkese vermiyorlar. Buna hizmet etmiş olman gerekiyor.
Selcan TAŞÇI : Ratzinger nasıl hizmet etti?
Aytunç ALTINDAL: Bu adam 22 sene engizisyonun başındaydı ve Benedict tarikatının hizmetkârıydı. Tarikatın kurucusu olan aziz dışında bir de, Benedict adını alan papaların birincisi var. 575�79 yılları arasında papalık yaptı. Bu adam, islamın ortaya çıkmasından yaklaşık 50 sene önce, Türk adını dünyaya kötüleyen kişidir. Türk deyince barbar kelimesinin akla gelmesini sağlayan kişi 1. Benedict'tir. İtalyan-Alman kırması.
Selcan TAŞÇI : Nasıl? Bir sabah uyanıp, ben bu Türkleri düşman ilan edeyim demedi herhalde değil mi?
Aytunç ALTINDAL: O sıralar, Roma şehri Avar Türklerinin kuşatması altında. Bu kuşatmadan kurutulabilmek için, bir Alman kabilesi olan Lombardlarla işbirliğine giriyor. Almanların desteğini alarak Avar Türklerinin Romayı ele geçirmesini engelliyor. O tarihten beri, bütün Benedictler, Türk düşmanları olarak tarihe geçmiş olan kişilerdir. Zaten bu Ratzinger'in Benedict adını alması çok büyük olasılıktı. 1996 senesinde, 2. Jean Paul hayattayken, Kardinal Ratzinger ve yanındaki iki kardinalle birlikte, Vatikan'ın çok gizli arşivine girdi. O arşive girmek, sadece papanın özel izni ile ve papanın huzurunda gerçekleşebilir. Girdiklerinde orada bazı belgeler buluyorlar. Bu belgeler 13. Benedictusa ait. 13. Benedictus çok esrarengiz bir papa. 1417'de devrilmiş. Papayken görevinden uzaklaştırılmış. Katolik alemi içindeki gizli bir geleneğe göre, bu görevinden uzaklaştırılınca Portekiz ve İspanya'ya kaçıyor. Ve buralarda Katolik Kilisesine karşı "anti papa" diye bir örgütlenmeyi yürütüyor. Kendisi de bir anti papa. Tarihte 5 tane anti papa var ve 13. Benedictus sonuncusu. Kaçıyor ve ikinci bir akım başlatıyor. O akımın önünü kesmesi için Benedictus ismini almasını bizzat Jean Paul istiyor Ratzinger'den. Diyor ki, "sen seçilirsen bu işin başına geç. Çok güçlü bir gelenek, bunlar Vatikan'ı ele geçirebilirler." Geçiş dönemi dememin sebebi de Benedict papalarının hiçbirinin 15-20 yıl veya 10 yıl papalık yaptığı görülmemiştir. Bunlar daima 2 ile 5 yıl arasında Papalık yaparlar ve papalığı belli bir misyona hazırlarlar.

Selcan TAŞÇI: 16. Benedict hangi misyona hazırlıyor?
Aytunç ALTINDAL: Ekümenizme hazırlıyor. Ekümeniklik meselesini şu veya bu şekilde dünyanın gündemine sokacaklardır. Tayyip Erdoğan ve çevresi veya Fettullah Gülen diyor ya "ne var bunda. Biz de Almanya'da Kuran'ı dağıtıyoruz. Tebliğ ediyoruz. Onlar da gelsinler burada yapsınlar." Arada büyük fark var. Bir Müslüman Almanya'da İngiltere'de veya Fransa'da kendi dinini anlattığı zaman "Paris, Berlin dar-ül islamdır. İslamın topraklarıdır" demiyor. Adamlar burada misyonerlik yaptığı zaman, "bizim dinimizin çıktığı yer burasıdır. Burası bizim kutsal topraklarımızdır. Ekümenimizdir" diyor. Kore'de böyle demiyor Uganda'ya gittiği zaman demiyor. Sadece Türkiye'de, Anadolu'da diyor bunu.
Selcan TAŞÇI: Niye Anadolu'da bunu söyleme ihtiyacı duyuyor?
Aytunç ALTINDAL: Çünkü burada toprak ve medeniyet hakkı olduğunu iddia ediyor.
Selcan TAŞÇI: Bartholomeos ekümenik olunca Papa'nın misyonu tamamlanacak mı?
Aytunç ALTINDAL: Hayır "ekümenizm" çatı kavram. Sadece Anadolu meselesi değil. Başta ABD'den ve BOP'tan bahsetmiştik ya. Şimdi ikinci husus, önümüzdeki dönemde özellikle Çin'in hedef alınması. Bu papadan sonra, muhtemeldir ki Asyalı birisini Papa yaparak, Çin'in önümüzdeki beş yıl içinde ulaşacağı ekonomik ve siyasi gelişmeleri önlemek için, içeride karışıklar çıkartarak Çin'in istikrarını bozacaklar. Bunun bir ucunda da Türki Cumhuriyetler var. Hedef, Asya'nın Hıristiyanlaştırılması. Bu papanın misyonu bu; karışıklık hazırlıklarını yürütmek. Birinci misyon Anadolu toprakları, büyük misyonu Çine kadar olan toprakları karıştırmak. Çünkü Amerika'nın Ortadoğu projesinde Çin, Rusya ve Müslüman ülkelerin kontrol altında tutulması var. Onun da adı ekümenizm.

AB, BOP'a karşı MHP faktörü

Selcan TAŞÇI: Özetlemek gerekirse 2. Jean Paul'un ölümünden sonra seçilen Papa 16. Benedict, Türkiye'yi ve dünyayı ekümenizme hazırlamak ve ABD'nin BOP projesine hizmet etmek için göreve geldi. Bulunduğumuz coğrafyada siyasi, ekonomik ve kültürel karışıklıklar arifesinde kilit Türkiye. Peki bu senaryoda Türkiye'nin misyonu ne?
Aytunç ALTINDAL: Türkiye sıçrama tahtası. Dünya kiliseler birliğinin aldığı bir karar var. Lambed Konferansı Kararları. Ben bu kararların ayrıntılarını "Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri" nde yazdım. Türkiye'yi ele geçiren her tarafı ele geçirir. Hıristiyanlar Bizans'a, Doğu Roma İmparatorluğu'na nasıl hakim oldular diye baktığımızda aynı bugün uygulanan taktiği görüyoruz. Hıristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul ettirene kadar sürekli mağduru oynamışlardır. İnsan Hakları, barış, kardeşlik, eşitlik numaraları yapmışlardır. Özellikle de burası çok önemli kadınları, zengin ailelerin kadınlarını ele geçirmişlerdir. Onlar vasıtasıyla Bizans'a el koymuşlardır. Ben sana kesin rakamlar vereyim. "Yoksul Tanrı" diye bir kitabım var benim. Misyonerler Müslüman kılığına girip, kitapevlerinde "bu kitabı okumayın, kitap Kur'an'a karşı" diye propaganda yapmışlardır. Ve kitabı yırtıp yakmışlardır. Oysa kitapta İncil'in nasıl tahripli hale getiriliğini anlattım. Misyonerlik faaliyetinin önünü kesmek için bu kitabı yazdım. Türkiye'de de aynı oyun oynanıyor. İnsan hakları, eşitlik, kadın hakları yani feminizm, demokrasi diye ve pek çok genç kız ve kadın ve zengin ailelerin kadınları Hıristiyan olmuş durumda. Bunlar aracılığıyla devletin ele geçirilmesi çok daha kolaydır. Hep böyle olmuştur. Rakamlara bakalım. İsa'nın doğumu 0 kabul ediliyor. 325'te İznik Konsili'nin kuruluşuna kadar Anadolu'daki Hıristiyanların oranı binde 1.7. 325'ten sonra Konstantin'in Hıristiyanlığı devlet dini kabul etmesinden sonra, ki kendisi Hıristiyan olmamıştır, Anadolu topraklarında Hıristiyan sayısı yüzde 35'tir. 50 yıl içinde. Ve daha da önemlisi Robin Fox adlı bir ilahiyatçının araştırmasına göre, barış, halklara özgürlük, işkenceye hayır gibi palavraları savunan kilisenin iktidarı ele geçirdiğinde öldürdüğü adam sayısı 1. ve 2. dünya savaşlarında ölen adam sayısından 50 kat fazladır. Bu benim keşfim değil. Bu gene bir Hıristiyan ilahiyatçının keşfi. Kilise kendisi gibi düşünmeyen Hıristiyanları öldürmüştür.
Selcan TAŞÇI: Anlattıklarınız gerçekten ürkütücü. 2005 Türkiye'si ile kurduğunuz paralelliği açıklar mısınız lütfen?
Aytunç ALTINDAL: Türkiye Roma Kulübü'ne girmek istiyor. AB'ye yani. Tıpkı 1500 yıl önce Avarların Roma'ya girmek istemeleri gibi bir olay. O gün de bir Benedict var, bugün de bir Benedict var. O günkü Benedict, ilginçtir, Türkleri, Almanlarla müşterek davranarak engelliyor, bugün de bu Benedict, Merkel ve çevresi ile ilişkiye girerek Türkiye'nin karşısına çıkıyor. Papa kendisi de Nazi örgütünün tescilli üyesi, eski bir Nazi. Türklerin AB'ye girmesini engelliyor. Çok ilginç bir sembolik değeri var bu papanın. Türkiye toprakları batı ve Hıristiyanların çeşitli biçimleri ile kıskaç altına alınmış durumda. Karadeniz'de Pontus, Güneydoğu'da Ermenistan ve Kürdistan, Hatay'da bir Katolik devlet kurma çalışmaları var. Çok yoğun ve belli bir noktaya gelinmiş durumda.
Selcan TAŞÇI: Ekümenizm, misyoner faaliyetler, topraklarımızın bölünmesi BOP'tan çok AB çerçevesine giriyor gördüğüm kadarıyla. Türkiye AB'ne girmiyorum dese bu kıskaçtan kurtulabilir mi?
Aytunç ALTINDAL: Bundan geri dönüş olabilir mi? Türkiye AB'ye girmiyorum dese bile yaka paça sokarlar. Kaçmaya çalışsa bile tutarlar. Onun için bugünkü hükümetin bu kadar yağcılık şaklabanlık yapmasına gerek yok. Girmiyoruz deseler değerleri artacak ama bunlarda bu kafa yok yani. Biz girmiyoruz deseler hepsi peşinden koşacak.
Selcan TAŞÇI: Almak için mi peşlerinde koşacaklar?
Aytunç ALTINDAL: Hayır canım, almaları söz konusu değil asla. Ama bırakamazlar da. Bu bırakamazlar meselesi bazılarına hikaye gibi geliyor. Ama değil. Bakın neden: Türkiye, AB ile ilişkilerini askıya alsa Türkiye'yi bölmek için içerdeki PKK hareketini destekleyemezler. Batı tarafından yönlendirilen İsrail ve Amerika tarafından desteklenen PKK hareketini Türkiye içinde büyütemezler. Sen AB'ye gireceksin diye senin önüne bir havuç koymuşlar. Asla senin olmayacak bir havuç. Ben bu havucu yiyeceğim diye, içerde insan hakları-demokrasi numarası altında PKK ve Kürtçü hareketlere zemin hazırlıyorsun. "Ülkenin ve devletin güvenliği mi önemlidir, yoksa insan hakları mı önemlidir ?" Bu soruyu keşfeden ben değilim. Bu soruyu keşfeden İsrail ve Amerika'dır. Kendileri ile ilgili gelişmelerde önce güvenlik gelir. "İnsan Hakları bizi ırgalamaz" derler. Bugün İngiltere'de iki bomba patladı. "İnsan hakları hava gazıdır" dedi. Türkiye önce bunu dikkate almalıdır.
Selcan TAŞÇI: Gemlik'e Öcalan posterleri ile yürüyen PKK'lılar değil, ellerindeki Türk bayrakları ile Ermeni konferansını kınayan insanımız tahrik unsuru sayılıyor. Her gün şehit veren Türk Milleti'ni değil, katillerin hamilerini korumayı vazife edinen AKP'nin vizyonunda ülke güvenliği var mı?
Aytunç ALTINDAL: Bunların olmaz. Ben MHP'li değilim ama MHP'lilere sesleniyorum. Güvenlik esastır. İkinci en önemli husus, AB, Amerika ve İsrail son 20 yıl içinde Türkiye'ye, Türkçe disiplin sahibi olmayı kaybettirmiştir. Türkiye kendi yaşama disiplinini kaybetti. Bir numaralı meselesi bu. Her ulusun kendine ait bir disiplini vardır. Çocuğun aile ile ilişkisi, ailenin toplumla, toplumun devletle ilişkisi hepsi kendi disiplininin ürünüdür ve bizdeki "Türk'çe" dir. Türk'çe derken dili kastetmiyorum. Duyuş, düşünüş, davranış itibarıyla Türk'çedir. Biz bu disiplinimizi kaybettik. MHP, özellikle bu disiplin meselesini gündeme getirirse çok büyük bir fayda Türkiye için. Unutturulmuş olan bir olayı yeniden Türkiye'ye kazandırarak hayati yarar sağlamış olur. Bir siyasi parti olarak da bu görev ona düşer. Bu röportajın da, Türkiye'nin bütün sıkıntılarının da özeti budur: Türkiye'nin güvenliği için, Türkiye'nin kendi disiplinine ihtiyacı vardır. Bunu MHP sağlayabilir.
Selcan TAŞÇI: Türkiye'nin kendi disiplini "Ermeni Konferansı" na olur verir miydi hocam?
Aytunç ALTINDAL: İşte Türkiye'yi AB'den uzak tutamamalarının başka bir nedeni de bu. "AB'den çıkmak istiyorum" dese Ermeni soykırımı meselesini Türkiye'ye kabul ettiremezler. Ama barış kardeşlik, insan hakları, bilimsel çalışma adı altında böyle Ermeni soykırımını da Türkiye'ye kabul ettirip tazminata bağlayacaklar. Dedikleri şu: "orada 3-4 milyon zavallı ermeni var. Siz bunlara 3-4 yıl tazminat ödeyin. Nasıl Almanya İsrail'e ödedi, İsrail ayakta kaldı. Siz de bu aç sefil olan Ermenilere, Bakırköy'ün nüfusunun yarısı kadarlar zaten, 50 sene tazminat ödeyin bu iş bitsin." Türk halkı çalışıp, her sene 8-10 milyar dolar veya euro neyse Ermenistan'a para verecek. Hep sen vereceksin malı mülkü, karşı taraftan sana nasihat gelecek.
Selcan TAŞÇI: "Devlet politikası" haline gelmiş bir konuyu, bağlayıcı bir sürü anlaşma ve taahhüt varken rafa kaldırmak bir siyasi iktidarın altından kalkabileceği bir iş midir?
Aytunç ALTINDAL: Bu siyasi iktidarların iş başına getiriliş tarzına bağlı. Türkiye'de hala ümit var. Çıkmamış canda ümit vardır. Türkiye'nin tam teslim olabileceğini düşünmüyorum ben. Zor mu? Zorun ötesinde. Ben Cumartesi günü çok üst düzeyde birilerine bir konferans verdim. O konferansta da söyledim. Karşı taraf sürekli olarak korkutma senaryosunu gündeme getiriyor. Aman efendim. Bozüyük'te olaylar çıktı. Kışkırtmalara kapılmayın. "Çıkarsa ne olur kardeşim?" diyecek adam yok. "Ne olur iç savaş çıkarsa." Bunu söyleyen adam kazanır.

Yağmada Mason Parmağı


Arastirmaci Yazar Altindal: Petrol Yasasi gibi kanunlar birilerinin yönlendirmesiyle çikariliyor. Türkiye'de Bati isbirlikçisi olanlarin neredeyse tamami mason

Arastirmaci - yazar Aytunç Altindal, basta petrol yasasi, özellestirme, toprak satisi gibi... Türkiye'nin birligi ve bütünlügü açisindan stratejik öneme sahip konularda çarpici degerledirmelerde bulundu. Yüksel Mutlu'nun sorularini cevaplayan Altindal, Türkiye'nin yabancilara peskes çekilmesinin arkasinda mason kökenli isbirlikçilerin oldugunu söyledi. Altindal, Masonlarin Türkiye'yi bölmek ve parçalamak için son zamanlarda yükselmekte olan Atatürk sevgisi ve Atatürk milliyetçiligini küstahça hedef aldiklarini kaydetti.

* Son zamanlarda hizla çikarilan yasalarin altinda yatan gerçek nedir?
Türkiye'de yasalar birilerinin yönlendirmesi ve talepleriyle çikarilmaktadir. Ancak bir gerçek vardir ki o da asla gözardi edilmemelidir. Türkiye'de özellikle 20. yüzyilin basindan bu yana Bati isbirlikçisi olan kisilerin neredeyse tamamina yakini masondur. Bu bir rastlanti olamaz. Bugünkü özellestirme, petrol yasasi , toprak satislari, maden arama ruhsatlari hep TÜSIAD ve TESEV çevresinde sayilari bir hayli fazla olan bu isbirlikçi çevreler tarafindan gerçeklestirilmektedir. Islamci oldugunu söyleyen ve Islam dinini savundugunu söyleyen AKP iktidari da kimbilir kaç Mason danismandan görüs alir? Özellikle kültür, sanat, edebiyat basta olmak üzere Türkiye'de bu masonik çevre bir çete gibi Türkiye'yi yönetmektedir.

* Geçtigimiz gün Atatürk'le ilgili bir açiklama yapan Masonlar, �Mustafa Kemal'in Mason olup olmadigi kesin olarak bilinmiyor� dedi. Bunun amaci neydi?
Milli duygularin yükselmeye basladigi bir dönemde, mason localari hedef sasirtmak ve kafa karistirmak için özellikle bu tür açiklamalar yaparlar. Hiç kimse de bunlara kanmamali ve söylediklerini de tartisma konusu yapmamalidir. Atatürk adi kullanilarak gündem degistiriliyor. Üstelik bazi çevrelere de koz verilmis oluyor. Amaçlari son zamanlarda yükselen Atatürk sevgisinin önünü kesmek. Bu nedenle masonlar Türkiye'nin bekaasi için hizmet etmemektedirler.

* Atatürk bunlari huzurundan kovmustu...
Evet. Simdi Türkiye'deki masonlara baktigimizda, bunlar kelimenin tam tabiriyle dandik masonlardir. Bunlar isbirlikçidirler. Kendilerine ait hiç bir fikirleri yoktur. Masonlugun ne oldugunu bilmezler. Bu adamlari Gazi Mustafa Kemal Pasa 'Tufeyli tayfasi'olarak nitelendirip huzurundan kovarak, localarini kapatmisti. O nedenle bizim bu Mason palavralarina karnimiz tok.

Akil hocalari Fransiz locasi
* Türkiye Masonlari Fransiz locasina bagli yanilmiyorsam...
Dogrudur. Bunlarin bagli oldugu Fransa'ya bir bakalim. Fransa'daki Büyük Dogu Locasi iki ay önce yaptigi açiklamasinda Fransa'daki Laikligin teminati ve temel koruyucusunun kendileri oldugunu belirttiler. Açiklamada �Bizim istegimiz disinda Fransa'daki laiklik üzerinde oyun oynanamaz. Müslümanlar da bizim koydugumuz yasalara dinlerinin geregi ne ise onlari dikkate almaksizin uymak zorunda� denildi. Yani onlarin dini ne diyorsa diyebilir ama bizim koydugumuz yasalarin disina da kimse çikamaz . Islam dininde ve geleneginde böyle bir tavir yoktur deniliyor ise de biz bunu kabul etmiyor ve Islam dini de bizi hiç ilgilendirmiyor. Türkiye'deki Masonlar da Fransa'daki Büyük Loca'dan izin alarak ve onun gösterdigi yolda giderek Islam dinine yönelik elestiriler yapiyorlar. Öyleyse Türkiye'deki Masonlar kendilerine özgü bir masonlugu yoktur; yabanci masonlarin Türkiye'deki isbirlikçileri olarak faaliyet göstermektedirler.

Hangi dine inaniyorlar
Fransa ve ABD'deki Mason localarinda yemin törenleri Tevrat'a el basilarak yapilir. Diger kitaplar yoktur. Bunun nedeni olarak ise Islam'i bir din olarak kabul etmedikleri, Islam diye bir din olmadigini sadece bir Cihad, bir baskaldirma ve terör ideolojisi oldugunu söylerler. Bu durumda Türkiye'deki masonlarin zaman zaman açiklamalar yapip 'efendim biz dindariz veya Allah'a inaniyoruz� demelerinin hiç bir anlami yoktur. Çünkü bagli olduklari ve kabul edildikleri yer bunlari kabul etmiyor. Bir diger konu Türkiye'deki mason localarinin kurulus belgeleri ve mason aidatlari. Masonluga girmis olanlarin listesi Fransiz Büyük Locasi ve Iskoç localarindan onay, patent numarasi almadan Mason yapilamaz. Bu patenti alabilmek için de Türkiye'deki mason localari üyelerinin �tanri tanimaz degil, ama dinsiz'olduklarini beyan ve kabul etmek zorunda.

Avrupa Birligi sömürgelestirme plani
* Son olarak Türkiye'nin AB'ye üyeligiyle ilgili neler söyleyeceksiniz...
Avrupa Birligi'nin 73 milyonluk Türkiye'yi sömürgelestirme plani oldugunu görmek istemiyorlar. Türkiye'deki yalaka profesörler ve libos gazeteciler, patronlarinin alacaklari ihalelere göre yazilar yazarak 'efendim bunlar komplo teorisidir' diyorlar. �Simdi su anda bugün AB'ne üye oldugu için bölünen ülke var midir?' diye yazilar yazan takkeli liboslara ve din fikirli profesörlere soruyorum : AB'nin merkezi olan Belçika bölündü mü bölünmedi mi? Italya'da Milano önderliginde bir hareket baslatildi mi? Fransa'da Korsika bagimsizligi için çalisan güçler iki ay önce Sarkozy'yi Korsika'dan kovdular mi kovmadilar mi? Bu olaylar sirasinda dokuz bomba patladi. 'Burasi Korsika ve geldigin yere geri dön' diyerek Yahudi diye sokmadilar. Ispanya'da BASK bölücü bir hareket mi degil mi? Kimler tarafindan destekleniyor. Ingiltere'de Iskoçya ayrilarak bagimsiz devlet olacak mi olmayacak mi?

Kaynak:YeniÇağ Gazetesi

Pazar, Mart 11, 2007

Gelişme, Sömürgeleşme ve İki Türkiye

Günümüzde her siyasal etkinlik ekonomik çıkarlar doğrultusunda yönlendirilir. Genel olarak doğru olan ve kimsenin itiraz etmediği bu ifade tek başına hiçbir anlam taşımaz. Hatta demagogların bir maşası olarak sıkça kullanılan bir söylev haline dönüşebilir.

- Bireyler için katkısız geçerli olduğunu kimse yadsıyamaz.

- Şirketler için bu soruyu sormak aptallık olur, kuruluş ve varlık nedenleri zaten budur.

- ''Ülkeler (veya devletler) için ülkenin iktisadi çıkarını gözetmek istemeyen bir yönetim zaten düşünülemez'' ifadesi, adeta yerçekimi kuralı gibi şablondaki yerine oturtuluverir.

İnsan doğasının, piyasa düzeninin hele hele kapitalizmin ''genellemeler dışındaki özellikleri'' göz önüne alındığında manzara değişiverir.

Ve bütün bu olay ve değerlendirmelerin kendi zamanlarında bulundukları yerlerde ve içinde oldukları ''denge koşulları'' çerçevesinde ele alınmaları gerekir.

- ''Gelişmiş'' olarak tanımlanan toplumlar kendi iç yapılarında ''bireylerin, kurumların ve toplumun hep birlikte kazandıkları bir yapı ve işlevsellik oluşturmuşlardır'' .

- Roma İmparatorluğu'nu tarihte gelişmiş bir imparatorluk olarak tanımlayanlar için ''içerdeki sınıflara ve bunların da bir bölümüne yansıyan görece bir gelişme'' söz konusudur. Hatta, ''dışarıdakiler pahasına'' sağlanan bir gelişmişliktir demek daha doğrudur.

Avrupa Birliği'ni gelişmiş bir topluluk (ve birlik) olarak düşünenler, bu gelişmenin diğer ülkeler üzerinde sağlanan üstünlüğün (ve sömürünün) bir sonucu olduğunu unuturlarsa uygarlığı, gelişmeyi ve demokrasiyi hiç anlamamış olurlar.

Aynı şey, ABD ve Japonya için de düşünülmelidir. Gelişme ''görece'' bir tanımlamadır. ''Biri diğerine rağmen'' gelişebiliyorsa, söz konusu ''gelişme'' kesinlikle küresel olamaz.

- Bir yönü ile, ''Birileri diğerlerini sömürerek gelişmişlerdir'' sonucuyla karşı karşıya kalırız.

- Diğer yönü ile de, ''Birinin gelişmesi, diğerinin gelişmesinin zorla engellenmesi karşılığında sağlanmıştır'' sonucu doğar.

Türkiye 'klasik' bir örnek...

1) Türkler (ve Osmanlılar) Anadolu ve Balkanlar'a yerleşip Bizans'ı (Doğu Roma'yı) almışlar. Avrupa bu sayede ''denizaşırı sömürgeleri'' elde edip daha hızlı gelişme olanağına kavuşmuş.

2) Avrupa'nın ''bu gelişimi'' , Osmanlı üzerinde üstünlük sağlayıp onu parçalamasına yol açmış.

3) Türkler, Çanakkale'yi 1915'te tutarak 1917'de Sovyetler Birliği'nin kurulmasını sağlamışlar.

4) Türkiye Cumhuriyeti, Avrupalı işgalcilere karşı Mustafa Kemal 'in, ''Sovyetler Birliği ile işbirliği sayesinde'' başarılmış. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Eğer 1917'de Avrupa'nın karşısında Sovyetler Birliği olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması çok, ama çok zor olurdu. Lozan'da Ankara ve Sovyetler Birliği, ''hemen hemen aynı tarafta yer aldılar'' .

5) 1990 sonrasında Sovyetler Birliği'nin dağılması Avrupa ve ABD'nin Türkiye ve bölge hesaplarını ''tozlu raflardan indirerek masanın üzerine koymalarına yol açtı'' .

6) Soğuk savaş ertesinde ''Türkiye ikiye ayrıldı'' ;

- Bir taraf Batı'nın yeni Türkiye ve bölge politikasına 'evet' diyor,

- diğer taraf direniyor. Cumhuriyet'in korunmasını, Türkiye'nin bütünlüğünün bozulmamasını istiyor. Emperyalizmin Türkiye'yi işgaline karşı çıkıyor.

Yabancı askerlerin gelişine karşı, üslerin verilmesine karşı; çokuluslu şirketlerin (ve devletlerin) limanları, enerji tesislerini, diğer stratejik tesisleri, medyayı, bankaları, iç pazarı ele geçirmesine direniyor.

- Mandacılar ve Batı emperyalizmi ile işbirliği yapanlar ise iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel olarak her şeyi vermeye razılar. Razı olmaktan da öteye onlarla işbirliği yapıyorlar. Bunlar gayri milli sermaye çevreleri, kimi İslamcı siyasiler ve bölücü örgütler. ''Türkiye adına değil, kendi adlarına işbirliği içindeler'' .

Batı emperyalizmi ile çıkarlarını birleştirmişler. İki Türkiye'nin ortaya çıkmış olması, ''Türkiye'de herkesin birlikte kazanacağı bir toplumsal yapının oluşturulmasını engelliyor'' .

Zaman, herkesin hangi tarafta yer aldığını belirleme ve bunu ispat etme zamanıdır...

Cumartesi, Mart 10, 2007

Emperyalizm, Ne Kadar Yeni?

Emperyalizm, bir ülkenin (ya da ülkeler ittifakının) diğer ülkeye (ya da ülkelere) siyasi ve/veya ekonomik olarak hükmettiği durumu ifade eder. Emperyalizm orijin olarak 1. Napoleon'un yayılma politikasına karşı hakaret anlamında kullanılmıştı. Bir süre sonra ise Ingiltere'nin yayılmacı politikası için kullanılmaya başlandı. Emperyalizmi bilimsel olarak formüle eden J.A. Hobson (1858-1940) adlı Ingiliz liberal iktisatçı olmuştur (Imperialism: A. Study, 1902)

Hobson 19. Yüzyıl sonunu incelemiş, bu dönemin önceki dönemden farklı olarak bir çok emperyal yarışçının birbiriyle rekabet içinde bulunduğunu, mali sermayenin ise ticari sermayenin önüne geçerek üstünlük sağlamış olduğu tesbitini yapmıştır. Ingiltere'nin Birmingham şehrinden tanınmış yatırımcı Joseph Chamberlain'in (1830-1886) Ingiliz işçilerin
yaşamına katkı sağlayacağını iddia ettiği ticari emperyalizm yaklaşımına hem Ingiliz işçilerinin hem de sermayedarlarının zararına olacağı düşüncesiyle Hobson karşı çıkmıştı. Hobson'un çalışmasını Rudolf Hilferding (1877-1914), Rosa Luxemburg (1871-1919), ve V.I. Lenin'in (1870-1924) bu konudaki çalışmaları izlemişti.

Hilferding'in mali sermaye adlı 1910 tarihli çalışmasında Hobson'a emperyalist rekabetin kaçınılmaz olarak şiddete yol açacağı konusunda katıldığını görüyoruz. Fakat Hilferding, Hobson'un reformist önerisini reddetmiştir. Hobson önerisinde maaşların artırılarak iç pazarın geliştirilebileceğini ifade etmekteydi. Hilferding ise sermayedarların kârlarının düşüşüne yol açacağından bu önerinin sermayedarların engellemesi nedeniyle uygulanamayacağını öne sürmüştü.

Luxemburg, emperyalist merkezler ile sömürülen ülkeler arasındaki eşitsiz değişimin sermayenin birikiminde önemli rol oynadığını, bunda militarizmin tarihi bir rolü olduğunu belirtmiş ve siyasi kontrol, askeri işgal ve dış borçlar arasındaki ilişkiye dikkat
çekmiştir.

Lenin ise, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmde tekeller ve mali sermaye kontrolünü
kurmuş, sermaye ihracı kesin bir öncelik sağlamış, yeryüzündeki tüm coğrafyaların paylaşımı tamamlanmış olacaktır diyordu. Lenin, Kautsky'i emperyalizmin doğasını anlamadığı gerekçesiyle eleştirmiş, Kautsky'nin dünya emperyalizminin bir birlik oluşturabileceği yaklaşımına karşı çıkmıştı. Lenin'e göre mali sermayenin dünya ekonomisindeki kontrolü, eşitsizliği ve çelişkileri artırmaktadır. Kârın gelişmekte olan çevre ülkelerden gelişmiş merkez
ülkelere aktarımı uluslararası ticarette eşitsiz rekabetin artmasıyla 1970'li ve 1980'li yıllarda daha da hızlanmıştır.

Emperyalizm, 20. yüzyılda kendisini özellikle büyük devletler arasında pazarların ele geçirilmesi
mücadelesi olarak gösterdi. 19. Yüzyılın son çeyreğinde sanayideki gelişmenin yüksek olduğu kuzey batı Avrupa başta olmak üzere büyük güçler artan sanayi ürünleri için dış pazarlar aramaya koyulmuş, bu da bu güçler arasında pazar kavgasını beraberinde getirmiştir.

19. yüzyılın son çeyreğine girerken 1870'li yıllar sömürge imparatorluklarının ve hegemon güçlerin bir emperyalist sistemi oluşturdukları yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu yeni dönem, ekonomik ve askeri olarak zayıf gelişmekte olan çevre ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak gelişmiş merkezi güçlerin birine yada bunların kurdukları ittifaklara boyun eğdirilmesi
sürecinde yeni bir süreçtir.

20.yüzyılın ilk yarısında merkezi zengin ülkeler dünya ekonomisinden daha fazla pay alabilmek amacıyla birbirlerinin boğazlarına sarılmışlardı. Bu deneyimlerin ağır faturası nedeniyle merkezi ülkeler paylaşım savaşlarında yeni yöntemler geliştirmeye başlamışlardı.

Özellikle Ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra boyun eğdirilmesi istenilen çevre ülkelerde
etnik, dinsel hareketlerin kullanılması yoluna gidilmiştir. Bu yolla çevre ülkelere dayatılmak
istenilen talepler, bu ülkelerdeki yönetimlerin özellikle etnik ve dinsel grupların talepleri
karşısında zorlandıkları durumlarda gündeme getirilmiştir.

Emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğindeki görünümünde sürekli bir değişim yaşanmış ve
yöntemlerinde farklılaşmalar gözlenmiştir. 20. yüzyıl boyunca merkezi ülkeler zaman zaman uluslararası etkinlik sağlama konusunda anlaşmazlığa düşmüş olsalar da uluslararası sistemin emperyalist yapısı temelde değişmemiştir.

Değişim, kullanılan yöntemlerdeki esnek yaklaşımlarda gözlemlenmektedir. Bu esnekliktir ki
varolan sisteme yönelik muhalefeti başka alanlara yönlendirmeye yardımcı olmuştur. 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vuran en önemli yöntemlerden birisi olan etnik-dinsel kart kullanılarak çevrede etkinlik sürdürmenin maliyeti ise Türkiye gibi çevre
ülkeler açısından yüksek olmuştur.

Hegemonyayı sürdürebilmenin bir maliyeti vardır. Bunun için merkezi ülkeler enerji kaynaklarının kontrolü üzerinde bir yarış içerisine girmişlerdir. Kuzey Irak konusu bu çerçevede anlaşılabilir. Washington'un istediği ABD?nin Körfezdeki ve Hazar havzasındaki enerji kaynaklarını kontrol etmesine yardımcı olabilecek ve kendi kontrolünde tutabileceği bir
Kürdistan'ı kurmaktır.

Suudi Arabistan'da 261, Kuveyt'te 96, Irak'ta 112, Iran'da 93, Hazar
havzasında 163 milyar varil (tahmini) petrol rezervinin (ayrıca yaklaşık 360 trilyon metre küp
doğal gaz) varlığı bu bölgede merkezi ülkelerin rekabetini artırmakta ve bu rekabet ortamının
yarattığı dumanlı havada en fazla fayda sağlamak amacıyla etnik ve dinsel hareketlerde dahil her yönteme başvurulabilmektedir.

Suudi Arabistan ve Kuveyt başta olmak üzere bu bölgenin petrol gelirlerinin özellikle Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden sonra ABD, Ingiltere, Fransa, Rusya ve Almanya'ya silah alımları için akması (1995-2000 arası yaklaşık 80 milyar dolar)1 merkezi ülkelerin
ekonomilerine önemli bir destek sağlamaktadır.

Bu imkanları korumak ve sürdürmek için bazı merkezi ülkeler kendi yararlarına işleyen uluslararası sistemin emperyalist yapısının değişmemesi için her yola başvuracaklarını 11 eylül sonrası gelişmelerde görüldüğü gibi değişik uygulamalarıyla göstermişlerdir.

Çevre ülkelerden transfer ettikleri kaynakları kendi toplumunun taleplerinin bir kısmını tatmin etmek için de kullanan merkezi ülkeler, çevre ülkelerin insanının içinde bulundukları olumsuz koşullardan globalleşme ile kurtulabileceklerini vaaz etmektedirler.

Adaletin ve eşitliğin globalleşmesini değil de merkezi ülkelerin kendi çıkarlarına hizmet eden emperyalizmin yeni ideolojisi olan ve merkezi zengin ülkelerde daha fazla refahı, çevre ülkelerde ise daha fazla yoksulluğu getirecek olan uluslararası liberalizm'in kurallarının devamlılığını savunanlar, çevre ülke insanına yeni bir şey önermemektedirler.

Merkezi gelişmiş zengin ülkeler, kontrol edilebilir olan bazı etnik ve dinsel hareketleri destekleyerek bu çatışmaların sürdüğü ülke yönetimlerine, merkezin çıkarlarına uygun kararlar almalarını dayatma imkanı bulmaktadır. Bu hareketlerin başarılı olmaları halinde çevrede yeni kontrol alanları ve pazarlar doğmaktadır.

Bu yeni pazarlar merkezi ülkelerin kontrolünde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığıyla yine merkezi ülkelerin koyduğu kurallara serbest pazar ekonomisi gibi kavramlar aracılığıyla boyun eğdirilmeye zorlanmaktadır.

Çevre ülke hükümetleri üzerinde hegemonyanın devamı için gerekli boyun eğdirmenin sağlanmasını amaçlayan ve bu amaçla hükümet dışı kuruluşları adeta birer misyoner teşkilatı gibi kullanan bazı merkezi ülkeler çevre ülkelerde özellikle bazı eski-yeni sol
gurupları-dini gurupları onların geleneksel muhalif eğilimlerini kullanarak sivil toplum örgütleri adı altında örgütlemeye öncelik vermektedirler.

Bunlar uluslararası kapitalizmin misyonerliğini üstlenen hükümet dışı kuruluşlara destek verirlerken emperyalizmin uluslararası sitemdeki hesaplarına karşı tavır almazlar, yani merkezin çevre üzerinde doğrudan ya da uluslararası tekeller ve onların yerli işbirlikçileri aracılığıyla kurdukları ekonomik hegemonyayı sorgulama gündemlerinde yoktur. Bu
ekonomik hegemonyadır ki bütün sorunların en önemli kısmını oluşturmaktadır.

Şiddetin uluslararası müdahaleyi getirebileceğini ve bundan yararlanabileceklerini uman PKK gibi bazı örgüt liderleri açıkça emperyalizmin hesaplarına hizmet etmişlerdir. Dış destek aldığı için merkezi hükümeti taviz vermeye zorlayabileceğini uman PKK gibi etnik
hareketler emperyalizmin bölgesel çıkarlarına hizmet etmekten kurtulamamışlardır. Soğuk Savaş?ın dumanlı havasını kullanabileceğini uman PKK liderliği ABD ve müttefiklerinin hegemonya konusundaki değişik hesapları karşısında ortada kalmıştır. Almanya ve
Fransa?nın ABD ile hegemonya yarışı arasında sıkışan PKK?nın faaliyetleri yoksulların daha da
yoksullaşmasına yol açarken, bu örgüt merkezi ve bölgesel güçlerin çıkar mücadelesinde kullanılmaktan kurtulamamıştır.

Gelişmekte olan çevre ülkelerden merkezi ülkelere, eşitsiz ticaret ve uluslararası tekeller aracılığıyla aktarılan mali kaynaklar çevre ülkeleri gerekli yatırımları yapmakta zor duruma sokmaktadır Eşitsiz ticaret, çok uluslu şirketlerin faaliyet alanlarını genişletmesi ve çevre?de yüksek dış borçlar biçiminde kendini göstermiştir. ABD gibi gelişmiş ülkelerin dış
borçları değişik biçimlerdeki kâr transferleriyle sürdürülebilmiştir.

ABD devleti çok uluslu şirketlerinin global ekonomik faaliyetlerini engelsiz sürdürebilmeleri için askeri gücü de dahil tüm imkanlarını kullanmaktadır. Dünyadaki 500 büyük şirketten 191'i Amerikan şirketidir. Bunların kârlarının bir kısmını yatırımlara ayırdıkları ve önemli bir kısmını da kendi ülkelerine aktardıkları dikkate alınırsa kâr transferinde çok uluslu şirketlerin oynadığı rolün önemi görülmektedir.

Uluslararası örgütlerin (BM, Dünya Bankası, ILO gibi) verileri sermaye transferi ve gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam standardının düşmekte olduğunu göstermektedir. Merkez-Çevre arasında ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel ilişkilerdeki artan oranda bir içi içe geçmişliğin yaşandığı bir sürece girildiğinin iddia edildiği günümüzde aslında Çok Uluslu Şirketler'in açısından görülmek istenen manzaranın tanımlandığını görüyoruz.

Bu döneme globalleşme adı da verilmektedir. H. Kissinger'e göre globalleşme ABD hegemonyasının başka bir adıdır. Globalleşme çağında milli devletlerin önemini yitirdiğini vaaz edenler aslında pazarların açılması ve emperyal merkezlerin emrine sunulmasını önermektedirler. Bütün gelişmiş sanayi ülkelerinin korumacı politikalarla bu günkü duruma geldikleri unutulmamalıdır.

1844 yılında Amerikan yönetimi Çin'e ültimatom veriyordu. Bu ültimatomda Çin'in pazarını Amerikan mallarına açmasını, aksi durumda bunun savaş ilanı sayılacağını bildirmişti. 1990'lı yıllarda dünya hegemonyasını rahatça kurabileceğini hesap eden Washington, bunda başarılı olamayınca 11 Eylül oyunuyla yeniden kontrol sürecini başlatmış, kendisine boyun eğmeyenleri terörist listesine koymakla tehdit etmiştir.

1844'de mal satmak ve karşılığında parasını almak isteyen ABD-Ingiltere ve müttefikleri bugün
Irak'ın malını alacak fakat parasını vermeyecek. Buna yeni emperyalizm demek yerine ilkel yağmacılık demek daha doğru olur.

Pazartesi, Mart 05, 2007

TÜRK DÜNYASI HİZMET ÖDÜLÜ


Nursultan Nazarbayev

SSCB'nin Mihail Gorbaçov ve Boris Yeltsin'den sonra en etkin kişiliğe sahip bir devlet adamı olan Nursultan Nazarbayev, Kazakistan'da Alma-Ata'nın hakim bulunduğu Kazkalenski yöresindeki Çemolgan köyünde dünyaya geldi. Lise öğrenimini bitirdikten sonra bir maden ocağına girip maden işçisi olarak çalışmaya başladı.

Daha sonra Ukrayna'ya giderek Metalurji öğrenimi gördü. 1960 yılında Karaganainski bölgesindeki Temirtav kentinde Kazmetallurgstroy Tröstü'nün inşaat işçiliğinde çalıştı. Bundan sonra ise Karaganda Demir-Çelik Fabrikası'nda çalışmasına devam etti. Buradaki yüksek fırında sırasıyla dökümcü, gaz tesisinde usta ve baş usta olarak çalıştı.

Nursultan Nazarbayev 1969 yılından itibaren parti çalışmasına yöneldi. Temirtav'daki Komsomol Kent Komitesi'nin I. Sekreteri oldu. 1971'de bu kentin parti üst komitesinin II. sekreterliğine seçildi. 1973'te Kombinası Parti Sekreterliği'ne getirildi. 1977'de Bölge Parti Üst Komitesi II. Sekreterliği'ne atandı.

Nursultan Nazarbayev 1979 yılında Kazakistan Komünist Partisi'nin MK Sekreteri oldu. 1984'te Kazakistan Sovyet Yönetimi Bakanlar Kurulu Başkanlığı'nda bulundu. 1989'da Kazakistan Komünist Partisi Genel Başkanlığı'na seçildi.
1990 yılının Nisan ayında Kazakistan Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanlığı'na seçilen Nursultan Nazarbayev, ekonomi sahasında master yapmıştır.


TÜRK DÜNYASI HİZMET ÖDÜLÜ
NURSULTAN NAZARBAYEV'E VERİLDİ

(www.asilkan.org.) 17.10.2006
Türk Dünyası Hizmet Ödülü, bu yıl Türk ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi çabaları sebebiyle Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev e verildi.

Elazığ Valiliği tarafından düzenlenen ve bu yıl üçüncüsü verilen ödül, Vali Muammer Muşmal tarafından Astana daki Kazakistan Cumhurbaşkanlığı Sarayı nda takdim edildi. Nazarbayev in yurtdışında olması sebebiyle ödülü Kazakistan Devlet Genel Sekreteri Oralbeg Abdu Kerimoviç kabul etti. Kerimoviç ödül töreni sırasındaki konuşmasında, "Türkiye bağımsızlığımızı ilk tanıyan ülkedir. Bugün de ülkemdeki pek çok inşaatın zirvesinde Türk ve Kazak bayrağı ortaklaşa dalgalanmaktadır. Bu, kardeşliğin göstergesidir." dedi. Kazakistan ın Akmola eyaleti de jest olarak Gökçedağ daki bir caddeye "Elazığ" ismini vermeyi kararlaştırdı.

Kazakistan Cumhurbaşkanlığı Sarayı nda gerçekleşen törene, Vali Muşmal ile birlikte Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Fırat Üniversitesi Rektörü Hamdi Muz ile çok sayıda yetkili katıldı. Türk dünyasına hizmet eden kişilere verilen ödülün ilki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş a, ikincisi ise merhum İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga ya takdim edilmişti. Ödülün üçüncüsü de Türk ülkeleri arasında sosyal, kültürel ve ekonomik işbirliği ile dostluk ve kardeşliğe dayalı işbirliğinin sağlam temellere dayandırılarak sürdürülmesine hizmeti nedeniyle Nazarbayev e verildi. Kazakistan hükümeti, ödül programı çerçevesinde katılımcılara uranyum, altın, petrol ve doğalgaz yatakları hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Devlet Başkanı Nazarbayev, ülkesini 2030 da dünyanın en gelişmiş ekonomileri arasına sokma hedefi çerçevesinde atılan adımların somut sonuçlarını da basın mensuplarına tanıttı. Türkiye nin Almatı Büyükelçisi Taner Saben de Kazakistan ın mevcut yatırımlar ve ekonomik göstergelerdeki olumlu tablo nedeniyle yakın geleceğin gelişmiş ülkeleri arasında yer alacağını belirtti. Kazakistan da Türk müteşebbisler tarafından kurulan Kazak-Türk okulları öğrencileri program boyunca resmi tercümeyi gerçekleştirdi. Başkent Astana yı da kapsayan Akmola Eyaleti Valisi Macit Esenbayev, Türk okullarının Kazak gençlerin eğitimine büyük destek verdiğini belirterek, bu okullarla gurur duyduğunu söyledi. Vali Esenbayev, "3 çocuğumuz bilim olimpiyatlarında derece aldı. Bu okuldan mezun olan birçok çocuğumuz da Cumhurbaşkanı mızın verdiği burslarla ABD ve İngiltere de eğitimlerini sürdürüyor. Bunlar bizim örnek çocuklarımız. Bir Rus olan Oleg de bu okulda Kazakça öğrendi. Bilim olimpiyatlarında Kazakistan adına ödül aldı. Bu okulları yakından tanıyorum. Burada okuyan çocuklarımızla gurur duyuyorum." dedi. Eğitimden sorumlu Vali Yardımcısı Shelengelek Eugeniy de Kazak-Türk okullarının eğitim sistemini örnek aldıklarını belirterek, "Yüksekokul imtihanlarında yüzde 83 lük başarı gösterdiler. Eyalet birincisini çıkardılar. Sürekli yükselen bir başarı görüyoruz bu okullarda. Biz de mümkün olduğunca destek veriyoruz." ifadesini kullandı.