Perşembe, Temmuz 31, 2008

Ülkesiz devlet olmak

Yirmibirinci yüzyılda, sanayi toplumu paradigmasından, bilgi toplumu paradigmasına geçişin hız ve yoğunluk kazanmasıyla, sağ ve sol ideolojilerin kavramları, geçerliliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Artık dünyada sağ ve sol ideolojiler değil, ülkesiz devlet olmasını bilen kuruluşlar savaşıyor. Ürettikleri ürün ve hizmetlerle, ülkelerinin sınırlarının dışına çıkmayı başaran kuruluşlar, oluşmakta olan dünyanın yeni devletleridir. Ancak onların devletleri, ülkelerinin topraklarıyla sınırlı değildir.

Ülkesiz devletlerin, ulusal sınırları yoktur. Dünyada her devletin, bir toprağı, bir bayrağı ve bir parası vardır. Onların ise, tek toprakları, tek bayrakları ve tek paraları yoktur. Bütün dünyanın toprakları, bayrakları ve paraları onlarındır. Dünyada hiçbir devletin, ülkesiz devletleri, ulusal sınırlarının dışında tutmaları mümkün değildir. Onların devletlere değil, devletlerin onlara ihtiyaçları vardır. Bunun için, bütün devletler, kapılarını onlara sonuna kadar açmaktadırlar.

Ülkesiz devletler, dünyanın her ülkesinde olmadan, bir ülkede olamayacaklarını bilirler. Bu yüzden, ürettikleri ürün ve hizmetlerle, bütün ülkelerin ulusal pazarlarında kendilerine sağlam bir yer edinirler. Ülkesiz devletlerin gücü, hiçbir ülkenin kendilerine ilgisiz kalamayacağı ürün ve hizmetlerinden gelmektedir. Onlar ürettikleri ürün ve hizmetlerle, ulusal sınırları aşarak, uluslararası standartları oluştururlar.

Uluslarüstü ülkesiz devletler, ulus devletlerin peşinden değil, büyük ya da küçük bütün devletler, onların peşinden koşarlar. Çünkü ürün ve hizmet üretiminde dünya standartlarını ulus devletlerden daha çok ülkesiz devletler belirlerler. Ulus devletler, üretim güçlerini büyütmek ve dış ödemeler dengesinde açık vermemek için, onlarla birlikte dünyaya açılmak zorundadırlar. Hiçbir ulus devlet, ülkesiz devletleri, dünya pazarlarından söküp atamaz.

Ülkesiz devletlerle rekabet edecek, uluslarüstü kuruluşlar geliştirebilmek için, onların güç kaynaklarının çok iyi bilinmesi gerekir. Onlara karşı rekabet üstünlüğü kazanabilmenin yolu, hem onlarla birlikte, hem de onlardan ayrı olmasını başarmaktan geçer. Bütün kuruluşlar, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek, Peter Senge'nin “Beşinci Disiplin”in onbir yasasından, ilkinde vurgulandığı gibi: “Bugünün problemlerinin, dünün çözümlerinden” kaynaklandığını görmelidirler.

Şair ve düşünür Sezai Karakoç, yazılarında, her yeni düşüncenin, yeni kavramlarla ortaya konulduğunun üzerinde önemle durur. Gerçekten yeni paradigmalar, yeni düşünceler, yeni bakışlar, yeni yaklaşımlar, yeni kavramlarla birlikte yeni yöntemler de gerektirirler.

Sanayi toplumun paradigmalarıyla bilgi toplumunun sorunlarını ele almak, çözüm değil, sorun üretir.

Ülkesiz devlet olmasını bilmeyen kuruluşlar, kendilerine hiçbir ülkede sağlam bir yer bulamazlar.

Yeni dünyayı, ülkesiz devlet olmasını bilen kuruluşlar şekillendiriyor.

En başarılı devlet, en çok ülkesiz devleti olan devlettir.


Nazif Gürdoğan

Salı, Temmuz 29, 2008

Agatha efsanesi

Efsanenin kökeni binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. “Aydınlığın Oğulları” ve “Karanlığın Oğulları” arasındaki ayrım ve mücadelenin öyküsüdür. Yüksek teknolojiye ve parapsişik yeteneklere sahip kadimler (eskiler) Atlantis adı verilen kayıp kıtada yaşamaktadır. Kadimler efsanevi Mu uygarlığının etkisi, yüksek bilgilerin çıkarlar uğrunda kullanılması sonucu dejenerasyon yaşamaya başlar. Sonuçta kıta yaşayanları 2 ayrı grup etrafında toplanmaya başlar. Bunlarda birincisine “Bir’in oğulları” ikincisi de “Belial’in oğulları” adı verilir (Bir’e dikkat edin lütfen).


Kozmik bilgileri kötü bir biçimde kullanan belialin oğulları gerek gezegen dengeleri, gerekse toplumun dengelerini aşırı bozuluma uğratır ve sonucunda bu iki grup arasında savaş başlar. Toplanılan bilgiler çoğu zaman eksik olduğu için Mu ile Atlantis arasındaki bir savaş mı? Yoksa Atlantis içindeki grup ayrışımı mı belli değil. Sonuçta kalabalık olan “Karanlığın Oğulları” Belial galip çıkar. Kozmik bir savaşın dünyaya neler yapar tahmin edersiniz. Her iki grupta bu koşullar içinde yeraltındaki sığınaklara yerleşir. “Bir’in Oğulları”nın kurdukları yeraltı merkezini AGARTHA , “Belial’in Oğulları”nın kurdukları yeraltı merkezini de ŞAMBALA adıyla anılmaya başlandı. Her iki grupta aynı bilgilere sahip, fakat kullanım amaçları farklıydı.


Agartha felsefesi bakımından birçok bilgiyi zaman zaman yayma ihtiyacı gösterir. Örnek vermek gerekirse buhar makinesı ile ilgili bilgiler, piri reis haritası, Jules Verne dersem

İyice emin olacaksınız ( http://tr.wikipedia.org/wiki/Jules_Verne ). Agartha ‘nın insanlar yeteri bilgiye ulaştığında kendini açığa çıkaracağı da söylenmektedir. Bunun için günümüz öngörülmekte. Hatta dünyanın son zamanında gelerek kıyametten (deccal’den ) kurtaracağı söylenir.


Şamabala ise dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşmasını sağlamaya çalışır. Tek amaçları insanların ezoterik bilgilerden uzak tutmak. Bu gruplar uluslar arası örgütlenmeler loca, dernekler vasıtası ile kilit noktaları ellerine geçirmektedir (gül-haç , iluminete vb.). Hatta ünlü kahin nostradamos 3. dünya savaşı ile ilgili kehanetinde de buraya ışık tutmaya çalışmış. “İktidarda güller açtığında” diyerek 3. savaşının zamanını haber vermektedir. Buradaki gül, gül-haç örgütü üyelerinin ülkelerde başa gelmelerinden bahsetmektedir. Bir örnekte 1 dolar üzerinde vardır. Piramit üstündeki göz (iluminete simgesi). Bu bilgilerin halktan gizlenmesi işleri çok eskilerden bu yana devam etmektedir. Eskilerde “kara cüppeliler”, yenilerde “siyah giyen adamlar” şeklinde biliriz. Bunların en büyük görevlerinin başında bizim evrende yalnız olduğumuz ve bizden başka zeki varlıklar olmadığını pekiştirmek ve bu bilgileri gizlemek.


Bir başka bilgide en büyük bilgi kaynağı, ezoterik bilgiler içeren İskenderiye fenerinin kara cüppeliler tarafından yakılması. Hz. Ömere yapılan desenformasyon ile bu kütüphanede kötü kitapların olduğu söylenerek yakılması sağlanmaya çalışılmış fakat mısır rahiplerinin Hz. Ali’yi ikna etmesi ile bu fenerin müslümanlar eli ile yakılmasına engel olmuşlardır( daha sonra yine de yakılmış).


Birçok internet sitesinde Naziler ile agartha arasında bir bağlantıdan bahsedildiğini gördüm. Anılanın aksine Naziler agartha ile değil şambala ile anılmalıdır. Thule efsanesini baz alan nazistler yine aynı adla anılan THULE örgütünü kurmuşlardır. Şambala bilgilerinin bir kısmına sahip olan Naziler yok edici enerjinin peşinde koşmuşlardır. Bu sayede ARYAN ırkı yaratmak peşindeydiler. Roketleri ilk defa imal eden Almanların bu bilgileri Tibet rahiplerinden aldığı söylenir. Berlin’in bombalanması sonucu 12 tibet rahibinin ölmesi ile ortaya çıkmıştır. Birçok kaynakta nazi sembolü gamalı haç ile agartha’nın sembolünün benzeşmesi üzerine bu fikrin oluştuğunu düşünmekteyim. Gamalı haç semboli de şambaladan esinlenilmiştir.. Agartha ve şambalanın sembolünde soldan sağa yönünde, evrenin galaksilerin dönüş ve hareketli olduğunu temsil eden işaretler vardır. Ortasındaki daire de Güneşi, Ra’yı temsil eder. Güneş aynı zamanda Müslümanlığın ve Türklerin simgesidir. Dairenin içi yaratanı, dışı da yaratılmış olanı ve her ikisinin birlikteliğini anlatır.


Şimdi internetten bulduğum bir bilgiyi alıntılamak istiyorum.”Agarta veya Agarti, bilgisini, felsefesini, ahlakını ve dini materyalini ve bilimini doğrudan doğruya Mu'dan ve kısmen Atlantis'ten almıştır. Yani Güneş Kültürünün bir devamıdır diyebiliriz. Güneş, Mu' da Tek ve Mutlak Tanrı'nın monoteistik sembolü idi. Agarta' nın asıl misyonu Mu' nun vahye dayalı Siriusyen Bilgileri'ni muhafaza etmek ve bunları nesillerden nesillere aktarmak, öğretmek böylece geliştirme misyonunu sürdürmekti. Böylece Agarta yaklaşık elli bin yıldan beri Mu kültürünü, dinini, ahlakını ve bilimini hemen hemen değişik görünümler ve kisveler altında fakat hep aynı kökene ve hep aynı orijine, aynı ana kültüre bağlı kalarak aynı hakikatleri nakletmiştir.” (Cahit Cümbüşel'in 22 şubat 2001'deki konferansından alıntıdır )


Burada bahsedilen “siriusyen bilgi” sirrüs takım yıldızı ile eşleşmelidir. Türkler daha sirrüs takım yıldızı bulunmadan çok önce haberliydiler bu takımyıldızdan. Binlerce yıldır dilimizde olan “sesimiz ayyuk’a çıkacak” nidasında ayyuk kelimesi sirrüs takım yıldızıdır. Türkler destanlarında bahsedildiği üzere bir şekilde bu takım yıldızından gelenlerle çoğalmış ve türemiş bir ırktır. Oğuz destanı bu olayı anlatan destandır. Türkler bir savaşta tuzağa düşüp yok edilince ERGEKON adı verilen belirsiz bir yere gider ve orada tekrar çoğalırlar (Ergenekon destanı). Ergenekon destanını okuyunca ister istemez bunun bir yer değil de kapalı, yer altı imajı oluşmaktadır ve hatta insan ister istemez bizler agartha’yız diyebilir..


Peri bacaları ile anılan Kapadokya yöresinin agartha ya giriş yerlerinden biri olduğu söylenmektedir. Bununla beraber tibette , maya ve inkaların yaşadığı yerde, orta asyada, mısırda da giriş yerleri olduğu söylenmektedir. Amerikadaki yer altı merkezlerini şambalanın kullandığı söylenmektedir. Saygılar….

Şahin Karadeniz

Çarşamba, Temmuz 02, 2008

KOBİLER NE YAPMALI?

21.yüzyıl; Sanayi toplumunun, bilgi toplumuna dönüşeceği bir yüzyıl olacaktır. Bilgi toplumu ne demektir ve bu dönüşüm yaşamın hangi boyutlarında kendini hissettirecektir? Küçük üretim organizasyonları ne yapmalıdır? Yazar, bu denemede konuyu tartışmaya açacaktır.

Elbette tüm toplumsal tarih boyunca insan ihtiyaçlarının nasıl daha çok, daha kolay, daha hızlı, daha ucuz, daha kullanışlı, daha estetik, daha çevreci, daha sürekli, daha güvenli karşılanacağı sorusuna verilen cevabın niteliği ekonomik organizasyonlar için belirleyici olmuştur. Bu soruları daha iyi yanıtlayan bilgi sahipleri, toplumsal güç ve büyüklük kazanmıştır. Böylelikle bilgi her zaman toplumsal yaşamın içinde olmuştur ve önemsenmiştir. Ancak bilgi toplumunda olan, zaman içinde bilgi ekonomisi dışında bir ekonomiyi olanaksız hale getirmektir. Artık tüm bireyler, ilişkiler, süreçler, organizasyonlar ve devletler bilgi yarışı içerisinde olacaktır. Bu yarışın dışındaki her oyuncu oyunun dışına itilecektir. Çünkü insanlığın ilk buhar makinesine kadar ürettiği bilgi (1700'ler sonu), elektriğin keşfi ve toplumsal hayata girmesine (1900'ler başı) kadar olan sürede bir kat daha artmıştır. Aynı şekilde transistörün keşfi ve ekonomiye katılımı (1950' ler) ile tüm insanlık bilgisi üçüncü çevirimini tamamlamıştır. Kişisel bilgisayarların ortaya çıkması (1970' ler) ile dördüncü çevirim olmuştur. Sonrasında çevirim süresi giderek kısalmaya başlamıştır. Öyle ki Google'dan sonra insanoğlu her 12 saatte bir, tüm tarih boyunca ürettiği bilgiyi, yeniler olmuştur. Bu gerçek, bu çağda bilgili insanlara yer olmadığını anlatmaktadır. Bir şeyi öğrenmek ve onu hayata geçirmek için gereken sürede o bilgi ekonomik değerini kaybetmektedir. Artık örgün okul sitemine ihtiyacımız yoktur. Öğretmek amacıyla çok büyük bir kesimi ekonomi dışında tutmaya ihtiyaç yoktur. Yeni birey; sürekli öğrenen, ama kendi kendine öğrenen, kendi deneyiminden öğrenen bireydir. Yeni birey; güçlü iletişim becerileri olan ve takım çalışması yapan bireydir. Yeni ekonomi, kendi özgün bilgisini sürekli geliştiren ve bunun ekonomisi üzerinde duran organizasyonlar gerektirmektedir. Peki buraya nasıl gideceğiz, bu dönüşüm hangi ana başlıklar altında olacak? Ne yapmalıyız?

1. OTOMASYON: Tarihte insanlar diğer memelilerden, ihtiyaçlarını karşılamak için alet kullanma ile ayrıldılar. Alet kullanmanın altında ise topluluk halinde yaşama vardır. Bu ise varlığını, bireyleri arasındaki iletişime yani dile borçludur. Ortak bir dille bir arada yaşam, uzmanlaşmayı, alet kullanmayı getirmiştir. Uzmanlaşma yukarıda bahsi geçen; makineleşme, elektrifikasyon, kontrol, otomatik kontrol ve yapay zeka teknolojik aşamalarına ulaştırmıştır. Artık üretim, karanlık ortamda, insansız yapılabilir olmuştur. Günümüzde üretim, akıllı otomasyon süreçlerine neyin, hangi şartlarda, nasıl, ne zaman, nerede yapılacağı bilgisinin aktarılmasından ibarettir. İnsanlar sadece özgün, ileri ve kullanılabilir bilgi üretmekle meşgul olacaktır. Bir üretim organizasyonu için yapılması gereken; üretim teknolojisini akıllı otomatlara çevirmektir. Tabi bu dönüşümün gerektirdiği yatırım önemli bir kaynak gerektirebilir. Bu ise dönüşümün ikinci boyutunu tartışmaya açmamızı gerektiriyor.

2. ENTEGRASYON: Bu yüzyıl sanılanın aksine büyük işletmelerin değil, kobilerin yüzyılı olacaktır. Büyük, kurumsallaşmış organizasyonların yaratıcılık gücü, bilgi üretme hızı, karar alma hızı çağımız gerçeği ile bağdaşmayacak kadar yavaştır. Peki nasıl olacak? Şöyle hayal edin; Bir küçük organizasyon, bir üretim sürecinin bazı alt süreçlerini gerçekleyecek ve bir diğeri başka süreçleri ve bir diğerleri başka süreçleri...Bazı organizasyonlar orada, bazı organizasyonlar burada dağılımı, bazıları yönetimi, bazıları ise tedariği üstlenecektir. Birbirine esnek bağlı bir çok organizasyonun oluşturduğu sanal bir kurumu gözünüzde canlandırın; Geleceğin iş modeli budur. Günümüzde, yeni kapasiteler oluşturmadan önce mevcut olan kapasiteleri en iyi kullananlar başarılı olacaktır. Büyük organizasyonlar ise, esnek ve yaratıcı küçük ünitelere ayrışmak zorundadır Bir küçük organizasyon için yapılması gereken, kapasitesinin çok iyi nitel ve nicel analizini yapmak ve hazır kapasitelerle paydaşlıklar oluşturarak esnek entegrasyonlar oluşturmaktır.

3. GLOBALİZASYON: Sanayileşmiş, büyük devletlerin pek yayılmış iddiaları, ABD'nin liderliğinde bir dünya düzenidir. Bu böyle olmayacaktır. Tarih ve coğrafya hangi üretim süreçleri için ilgili kaynakları sunuyorsa, orada esnek, yaratıcı kobi entegrasyonları oluşacaktır ve girişimciliği kobilere bırakmış olan devletler standart, insansız ve yığınsal üretimi gerçekleştireceklerdir. Üretim süreçlerinin karmaşıklaşması, uzmanlaşmanın derinleşmesi, entegrasyonun çapı, dile bağlı devlet birliklerini, daha da ileride dünya devletini gerekli kılacaktır. O halde günümüz küçük üretici organizasyonları, içinde bulundukları coğrafyanın tarihsel derinliklerini dikkate alarak hangi üretim alanında ve o üretim alanının hangi sürecinde çalışması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. Bu onlar için olmak yada olmamak sorunudur. Kısaca globalleşme yerel ihtisaslaşması olmayan oyuncuları oyun dışına itecektir.

Tüketici gözüyle dünya ülkelerinde dolaşıyor olsak, pazarı nasıl görürüz? Az gelişmiş ülkelerde, baskın olarak tarımsal ürünlerin sokaklarda, en fazlasından gölgelikli pazar yerlerinde satıldığını görürüz. Gelişmekte olan ülkelerde baskın olarak, şehir merkezindeki caddelerde, dükkanlar içinde sanayi ürünlerini görürüz. Gelişmiş ülkelerde artık ihtiyaçlarımız için esnek çözümler alışveriş ve yaşam merkezlerinde insanlara dünya markaları garantileri ile hizmet olarak sunulmaktadır. Tüketici az gelişmiş ülkede domates alır salçasını yapar, gelişmekte olan ülkede salça alır yemeğinde kullanır, gelişmiş ülkede bir gıda zincirinde mesela hamburger alır, sosunda salça vardır. Gelecek, yerel ihtisaslaştığımız konuda otomasyonla ve dünya çapında bir entegrasyonla bir dünya markası içinde yer almaktan geçmektedir.

Türk Dünyası'ndan dünyaya türkçe markalar sunma becerisi, milletimizin varlığının en temel gücünü oluşturacaktır.