Pazartesi, Mayıs 05, 2008

KÜRESELLEŞME

Herhalde dünya tarihte hiç bu kadar küçülmemişti. Artan dünya nüfusu, gelişen teknoloji, azalan kaynaklar ve artan çevre kirliliği biz dünya sakinleri için yaşama dair parametreleri ve standartları kesintisizce aynılaştırıyor. Anlaşılan o ki, bu geri dönüşü olmaz süreç, bir dünya toplumu, bir dünya devleti ortaya çıkaracak. Birleşmiş Milletler, milletler üstü bir hukuk ve erk oluşturacak, diğer tüm milletlerarası organizasyonlar ya da milli devletler bu erkin altında yerelleşecektir.

Bu yazı, küreselleşmeyi kapitalist emperyalizmin yeni paradigması olarak görmenin bir yanlışlık olduğu ve bu kaçınılmaz süreçte, Türk milletini başarıya götürebilecek yol güzergâhının ne olabileceği konusunda bir denemedir.

SANAYİ TOPLUMU: BATI, DOĞU VE ÜÇÜNCÜ DÜNYA…

Tarım toplumundan sanayi toplumuna 1700’lerin sonunda önce İngiltere’de makinenin bulunması ve iş hayatına girmesiyle üretim miktarının olağanüstü artışı, fabrikaların oluşması, fabrika çevresinde yerleşimin yoğunlaşması, köy hayatı yerine şehir hayatının belirginleşmesiyle gelindi. Sanayi üretim araçlarını elinde bulunduranlar “burjuvazi ya da kentsoylular” diğerlerinin emeğini satın alıyorlar ve üretim kazanımlarının çoğunluğuna el koyuyorlardı. Bu durum bir noktaya kadar haklılık, bir noktadan sonra haksızlık anlamına gelebilir. Şöyle ki, emeğin karşılığı ücret ise girişimcinin aldığı riskin karşılığı ise kardır. Yeni bir iş kurmak, her zaman tüketicilerin değişen beklentileri, kaynakların değişen miktarı ve arzın değişen kompozisyonu sebebiyle büyük bir risk oluşturmuştur. Pek çok defa yapılanlar ve harcananlar heba olmuştur. Devlet girişimci olabilir mi? Elbette olamaz. Bu işin sorumluluğunu bir yada birkaç kişi üstlenir, ya başarılı olur bu riskin karşılığını kar olarak elde eder yada başarısız olur inancına ve adanmışlığına rağmen mahvolur ve bedelini öder. Bu mekanizma başarılı bir iş yaratmanın görülen en sağlıklı yoludur, öyle kalmaya da devam edecektir. Devlet girişimci olamaz; Çünkü toplumda her zaman yeniliği önce birileri görür, onların bunu risk alıp gerçekleştirmesi gerekir, oysa ki tüm toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmeden devlet böyle bir planlamayı yapamaz. Bu sebeple girişiciliğe dayalı sanayi araçlarının mülkiyetinin hukuku ne kadar gelişmiş ise o toplumlar o kadar ilerlemişlerdir ve sanayi çağında batı tezini oluşturmuşlardır.

Batı tezine göre, girişimciliğin mutlaklaştırıldığı gelişmiş sanayi toplumlarında buna alternatif bir doğu tezi oluştu. Bu tez girişimcinin almış olduğu riski karşılamasına rağmen, yatırmış olduğu değerleri geri almasına rağmen sermayenin çalışanların üzerinde tahakkümüne karşı çıkıyor, sanayi araçlarının mülkiyetinin devletleştirilmesini istiyordu. 20. yüzyılın başlarında Rusya’da iktidar oldu. Devletleştirmeyi mutlaklaştırdı. Girişimciliği yok etti ve giderek kendini yenileyemez hantal bir organizasyona dönüştü.

Gelişmiş sanayi toplumları, batı tipi kapitalist, doğu tipi sosyalist devam yollarının içerdikleri açmazlar sebebiyle henüz gelişen toplumları sömürgeleştirerek devam etmek zorunda kaldılar. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu bu iki tezin sömürgeleştirmek için nüfuz savaşlarına konu oldu. İster kapitalist ister sosyalist emperyalizm olsun; Bu ülkelerdeki çok büyük değerleri emperyal ülkelere transfer ettiler. Bu mazlum milletler üçüncü dünya diye adlandırıldı. Üçüncü dünyanın ezilmişliğine hiç çare ve umut görünmüyordu. Üçüncü dünya ülkelerinde Batı emperyalizmi işbirlikçileri, “sağcılar”, Doğu emperyalizmi işbirlikçileri “solcular” tüm 20.yüzyıl boyunca kardeş kanı döküp durdular. Oysa ki bu ülkelerde sağcılık ve solculuk dışardan gelme toplumsal tabanı olmayan söylemlerdi. İnsanlar kendilerine ait olmayan değerlere hayranlık duyup onun için savaşacak kadar yabancılaşmışlardı. Sorun milliydi, milli bağımsızlık onlar için tek umut ışığıydı. Milli güçler ve gayrı milli güçler arasındaydı sorun aslında… 1900’lerin ilk çeyreğinde Birleşmiş Milletler tarafından yüz yılın devlet adamı seçilen, en büyük Türk Atatürk, Anadolu topraklarında yenilmesi hayal bile edilemeyen emperyalistleri milli kurtuluş savaşıyla bozguna uğrattı, üçüncü dünyanın umudu ve güneşi oldu. Öyle ki; Üçüncü dünya için, Atatürkçülüğün açmış olduğu yol, onları esinlendirdiğinden 20. yüzyıl içinde bağımsızlığını ilan eden devletlerden yirmiden fazlası bayrağına ay-yıldız işledi. Atatürkçülüğün özü Türk milliyetçiliğidir. Sağcılık, solculuk, dincilik vb. diğer her türlü mutlaklaştırmaya karşı eşit mesafededir. Öyle ki ekonomide de izlediği yol karma sistemdir; Girişimciliği temel almakla beraber büyük kamuya mal olmuş tüm işleri devlet teşebbüsleri ile yürütmüştür.

Atatürk şöyle demiştir:

“Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim, böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, dünyaya gözlerimi onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği ile açacaktır, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecektir.”

BİLGİ TOPLUMU: GENETİK-ROBOTİK TEKNOLOJİLER ÇAĞI VE DÜNYA DEVLETİ

Yıl 2008; Dünya nüfusu 6 milyarın üzerinde, internete günlük “online” bağlanan kişi sayısı 600 milyonu geçti. İngilizcede citizen -şehirli- kelimesinden esinlenerek bu insanlara netizen –internette yaşayan- insanlar diyorlar. Kendi aralarında görüşüyorlar, anlaşıyorlar, baskı grupları oluşturuyorlar, ticaret yapıyorlar, iş yapıyorlar. İstanbul’da, Maslak’da çalışan bir “net insanı” Amazon.com’dan bir kitap almayı, Taksim’e gidip almaya tercih ediyor. Artık herşeyi küresel boyutta düşünmek zorundayız. Ekonomiyi de, ticareti de, siyaseti de…

Çağımızın getirdiği bu entegrasyon hangi yolla insanları birleştirecek, bütünleştirecek, temel sosyal parametre hangisidir? Elbette dildir. Bu yeni çağda insanlara düşen görev bilgi üretimidir. Üretilen bu bilgi robotlar ve genetik kodlar içinde değerlendirilecektir. Dolayısı ile üretim insansızlaşacaktır. Bizim için en önemli şey bilgi üretmekse, en kıymetli araç zeka olarak ortaya çıkar. Muhakeme gücümüzün sınırları ise ana dilimize hakimiyetimizle sınırlıdır. Yakından bakıldığında görülür ki insan sadece ana dilinde düşünebilir. Her dilde günlük konuşma ortalama 400 kelime üzerinde döner. Uzman konuşması ise 3000 kelimeyi geçmez. Üç tane dil bildiğini iddia eden insan, 3 tane insan etmez, aksilik 1/3 insan edebilir. Herkes kendi ana dilinde kendi yerelliğinde yeni birşey söylemek zorundadır. Bu çağda ancak yenilikle var olunabilir. Türkçemiz 40.000 kelime ile 600.000 kelimelik İngilizce ile boy ölçüşür. Çünkü kurallıdır, istisna içermez ve kelimeler cümle içindeki pozisyonlarına göre değişik anlamlar alır. Her anlam için, yeni bir kelime bellemek gerekmez. Amerika’da “netizen”’ler arasında Türkçe’nin net dili olarak kullanılması tartışılmaktadır. Türkçe en yaygın anadildir. Tüm kıtalarda konuşulur, İngilizce ise en yaygın yabancı dildir. Türkler diğer milletlerden farklı olarak azınlıkta oldukları hiçbir ülkede kendi dillerini ve kültürlerini bırakmamışlardır.
Mutlaka o ülkelerde Türk sivil toplum örgütleri oluşturmuşlardır. Bu başkaca hiçbir millet için geçerli değildir. Türkler ve İngilizler dışında başka milletleri yönetme deneyimine sahip bir başka millet yoktur. Esperanto gibi yapay dil girişimleri dil tarih ve kültür toprağında gelişen bir ağaç olduğu için başarısız olmaya mahkumdurlar.

Atatürk’e göre, “Türk olmak, Türkçe konuşmak demektir”. Bu yazının sahibi Atatürk’ü Sivas’a çağıran ve kongreyi finanse edenlerden, Esnaf Çerkez Ahmet Çorapçızade’nin öz torunudur. Atasının vasiyeti gereği tek kelime Çerkezce bilmez, ana dili Türkçedir, Türk’tür. Sonuçta herkes tercihini yapacaktır. Bu çağda, bizim cephemizde Türkçe konuşan milletler birleşecek ve Türkçe, dünya devletinin dil birliği için, önünde, güçlü bir seçenek olarak varolacaktır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba,

Yazılarınızı beğenerek takip ediyorum, bu yazınızda gerçekten güzel.

Benim belirtmek istediğim bir nokta da, geçmişte atalarımız yönettikleri yerlerin diline, dinine, öz benliklerine müdahale etseydi kısaca asimile etme politikası izlemiş olsaydı şu an ne Batı olurdu ne de Doğu olurdu. Bize hoşgörü ve insanlık dersi vermeye kalkanlar önce oturup bunu akıllarına getirsinler.

Türkçe konusunda ise aradaki kelime farkına bakarak dilimizin kısır ve sığ bir dil olduğunu ileri sürenler var. Öyle bir toplum olduk ki kendi dilimize, tarihimize söver hale getirildik.

İnşallah Atatürk sözlerinde haklı çıkar, fakat bazen insan umutsuzluğa kapılmıyor değil.

Saygılar...