Çarşamba, Temmuz 25, 2007

Üniversite – Sanayi İşbirliği üzerine

Ekonomik hayat insan ihtiyaçlarının karşılanması içindir, bir başka deyişle üretim tüketim içindir. Ekonomik yarış ise bu tüketimin daha ucuz, daha kaliteli, daha güvenilir, daha güvenli, daha sürekli, daha estetik, daha çevreci, daha kullanılabilir ürün ve teknolojilerle karşılanması üzerinedir.

Yetenekler özgün alanda toplanmalı, özgünlük tescil edilmeli

Küreselleşmenin arttırdığı rekabet koşulları ve hızla gelişen bilim ve teknoloji, ürünlerin pazar dolaşım ömrünü gün geçtikçe kısaltmaktadır. Bu durum, gelişmeleri çok yakından izlemeyi, kurumsal yetenekleri en özgün alanda toplamayı ve kaynakları en verimli kullanmayı gerektirmektedir.

Artık çağımızda, her üretken organizasyon pazarın, tüketicilerin, üreticilerin ve dolaşımdaki ürünlerin değişim eğilimlerini yakından takip etmek zorundadır. Kendi yetenek ve zaaflarıyla hedeflerini doğru koymak zorundadır. Bu hedefe ulaşmak için, bilim ve teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlemeli ve katma değerini özgün buluş ve tasarımlarla oluşturmalı, bunun yasal tescil ve korumasını sağlamalı hatta başlı başına tasarım ve patent tescilini bir mübadele biçimi olarak kullanmalıdır.

Tüm bunlar bilim çevreleri ile üretim çevrelerinin işbirliğinin her geçen gün daha da zorunlu kılmaktadır. Hatta gelecekte bilim yegane üretim gücü olacaktır. Biz buna sanayi ötesi toplum ya da bilgi toplumu diyeceğiz. Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerde üniversite – sanayi işbirliğinin yeni binyılda henüz başlamakta olduğunu görüyoruz. Bizim gibi ülkeler için, hem üniversite hem de sanayi tarafında belli başlı uyum sorunları ve bunlara ilişkin çözüm önerileri her iki cephede çalışmış yazarın deneyimlerinden kalkarak bu yazının konusu olacaktır.

Tüm profesyonel çalışma proje disiplini altında yapılmalı

Üniversite Açısından zorluklar:

1- Üniversitelerimizde akademik kariyer hali hazırda yayın odaklıdır. Bu ise yabancı bilimsel dergileri yakından izleyen, bunları çeviren ve yeni kombinezonları yayınlayan bir akademik çevreyi oluşturmuştur. Bu durum, bazı akademisyenleri ülkelerindeki ilgili alanlardaki gerçek sorunlardan uzaklaştırmış ve gün geçtikçe onlardan da kaçar hale getirmiştir.

2- Yurtdışında, gelişmiş ülkelerden bilim ve teknoloji transferi yapmak amacıyla, genellikle lisans sonrası eğitim yapmak üzere gönderilen öğrenciler, o ülkelerin sorunlarını çözmek için tüm enerjilerini tüketirler. Üstelik devletimiz, çoğu burslu giden bu öğrencilerimiz için yurtdışına para öder. Bu bazı akademisyenlerin ülkelerine dönüşte çok büyük uyum problemleri yaşadıkları açıktır. Bazıları geri gelmez, geri gelenlerin de yine ülkemizin o alandaki sorunlarıyla pek bir alakaları kalmamıştır.

3- Ülkemizdeki akademik eğitim, ekseriya teorik kalmaktadır. Örneğin, bütün tıp fakültelerinin hastaneleri mevcuttur. Eğitimin temel düsturu ancak bilginin deneyim süzgecinden geçtikten sonra öğrenilebilecek olduğudur. Birçok mühendislik alanında eğitim, bu tip bir uygulama alanına sahip olmadığı için gerçek amacına ulaşmamaktadır. Böylelikle birçok “diplomalı çaylak” ortada dolaşmaktadır.

4- Üniversitelerimizin ekonomik hayatımızın gerçek problemlerine çözüm üreteceği proje kültürü kamu kaynakları tarafından yeterince desteklenmektedir. Örneğin Japonya, ABD ve İsveç’te GSMH nin % 20’sinden fazlası Ar-Ge projelerine ayrılmışken, Türkiye’de bu oran % 0,6 olup 9. Kalkınma Planı’nda 2014’de % 2 olması hedeflenmektedir.

Sanayi Açısından zorluklar:

1- Tipik bir sanayici öyküsü çırağın, askerden dönünce kendi imalathanesini kurmasıyla başlar. Yeni usta, genç girişimci olmanın dinamizmiyle başarılı bir dönem geçirir. Üretim altyapısının tüm kredi ödemelerini bitirir. Sonraki yıllarda hayat nedense her geçen gün zorlaşır. Gün gelir işçi maaşlarını bile zor öder, işçi çıkarmak zorunda kalır. Hep de hayatın kötüleştiğinden dem vurur. Bir tek gün demez ki “ Ekonomik hayatımdaki 20 yıl boyunca hep aynı şeyi yaptım. 20 yıl boyunca ne aynı kaldı ki? Ben hep aynı kalmak istedim!”. Kendi ürün ve tekniğini geliştirmesini anladığında ise çoğunlukla zaman geçmiştir. Böylece bir işletme daha son bulur.

2- Özü gereği Ar –Ge millidir. Hiçbir zaman çok uluslu şirket yoktur ve olmamıştır. Gerçekte, her şirketin bir merkezi, merkezinin bulunduğu yerde Ar-Ge’si yani bilim ve teknoloji birikimi ve mülkiyeti vardır. Bu sebeple bu şirketler çokuluslu değil, çok ulusta faaliyet gösteren şirketlerdir. Merkezinin olmadığı diğer ülkelerde her türlü tercihi çevre kirliliğini uzaklaştırmak, düşük işçi ücretlerinden yararlanmak, hammadde kaynaklarına daha kolay ulaşmak amacıyla yaparlar. Bu yüzdendir ki çok ulusta çalışan şirketler ve onların yerli işbirlikçileri, o ülkede Ar-Ge istemez ve yapmaz.

3- Yakından bakıldığında görülecektir ki taklide dayalı üretimin, kalpazanlıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durumun önlenmesi ve o ülkede sanayinin gelişebilmesi için sanayi mülkiyet hukukunun her şeyden önce gelişmiş ve uygulanabilir olması gerekir. Örneğin ABD’de patent yasası 1700’lü yılların sonunda yasallaşmış, bilindiği gibi Graham Bell telefonun icadıyla ilk patenti almıştır. Kıta Avrupası’nda sanayi mülkiyet hukuku 1800’lerin başlarında gelişme göstermiştir. Oysaki Türk Patent Enstitüsü 2000 yılında kurulmuş 2005 yılından beri mahkemeler dava görmeye başlamıştır. Fikri haklar korunmadıkça Ar-Ge’ye kaynak ayırmanın da hiçbir ekonomik geri dönüşümü söz konusu değildir.

4- Ülkemizde son derece dengesiz, nitelikli işgücü dağılımı vardır. Örneğin dünya deri sanayisi yatırımının 1/5’ine Türkiye sahiptir. Türkiye’nin dünya deri sanayi ekonomisinden aldığı pay ise %1,5 dolayındadır. Türkiye’nin uzay sanayi ile ilgili henüz bir yatırımı yoktur -yanlış anlaşılmasın, kesinlikle olmalıdır- ve Türkiye’ de her yıl 100 civarında uzay mühendisi, 50 civarında da deri mühendisi mezun olmaktadır.

Çözüm önerilerimize gelince:

1- Üniversitelerdeki akademik yükseliş kesinlikle proje yapmak ve patent almakla ilişkilendirilmelidir.

2- Yurtdışındaki akademik eğitim, kesinlikle yürümekte olan projelerimizdeki tanımlı görevler için olmalıdır.

3- Üniversitelerimizdeki akademik eğitim, uygulayıcı ekonomik organizasyonlarla birlikte yürütülmelidir.

4- Üniversitelerdeki eğitim planlaması, sanayinin tanımlı projelerine istihdam amaçlı yapılmalıdır.

5- Kamu kaynaklarından Ar-Ge için kesinlikle en büyük bütçe kalemi ayrılmalıdır.

6- Uzun müfredat temelli eğitim yerine, kısa probleme dayalı sürekli eğitim modeli anlayışı gerçekleştirilmelidir.

Sonuç olarak iyiliğin üretkenlikten, başarının ise yenilikten geçtiğinin vurgulanması gerekir.

Hiç yorum yok: