Çarşamba, Temmuz 25, 2007

Üniversite – Sanayi İşbirliği üzerine

Ekonomik hayat insan ihtiyaçlarının karşılanması içindir, bir başka deyişle üretim tüketim içindir. Ekonomik yarış ise bu tüketimin daha ucuz, daha kaliteli, daha güvenilir, daha güvenli, daha sürekli, daha estetik, daha çevreci, daha kullanılabilir ürün ve teknolojilerle karşılanması üzerinedir.

Yetenekler özgün alanda toplanmalı, özgünlük tescil edilmeli

Küreselleşmenin arttırdığı rekabet koşulları ve hızla gelişen bilim ve teknoloji, ürünlerin pazar dolaşım ömrünü gün geçtikçe kısaltmaktadır. Bu durum, gelişmeleri çok yakından izlemeyi, kurumsal yetenekleri en özgün alanda toplamayı ve kaynakları en verimli kullanmayı gerektirmektedir.

Artık çağımızda, her üretken organizasyon pazarın, tüketicilerin, üreticilerin ve dolaşımdaki ürünlerin değişim eğilimlerini yakından takip etmek zorundadır. Kendi yetenek ve zaaflarıyla hedeflerini doğru koymak zorundadır. Bu hedefe ulaşmak için, bilim ve teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlemeli ve katma değerini özgün buluş ve tasarımlarla oluşturmalı, bunun yasal tescil ve korumasını sağlamalı hatta başlı başına tasarım ve patent tescilini bir mübadele biçimi olarak kullanmalıdır.

Tüm bunlar bilim çevreleri ile üretim çevrelerinin işbirliğinin her geçen gün daha da zorunlu kılmaktadır. Hatta gelecekte bilim yegane üretim gücü olacaktır. Biz buna sanayi ötesi toplum ya da bilgi toplumu diyeceğiz. Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerde üniversite – sanayi işbirliğinin yeni binyılda henüz başlamakta olduğunu görüyoruz. Bizim gibi ülkeler için, hem üniversite hem de sanayi tarafında belli başlı uyum sorunları ve bunlara ilişkin çözüm önerileri her iki cephede çalışmış yazarın deneyimlerinden kalkarak bu yazının konusu olacaktır.

Tüm profesyonel çalışma proje disiplini altında yapılmalı

Üniversite Açısından zorluklar:

1- Üniversitelerimizde akademik kariyer hali hazırda yayın odaklıdır. Bu ise yabancı bilimsel dergileri yakından izleyen, bunları çeviren ve yeni kombinezonları yayınlayan bir akademik çevreyi oluşturmuştur. Bu durum, bazı akademisyenleri ülkelerindeki ilgili alanlardaki gerçek sorunlardan uzaklaştırmış ve gün geçtikçe onlardan da kaçar hale getirmiştir.

2- Yurtdışında, gelişmiş ülkelerden bilim ve teknoloji transferi yapmak amacıyla, genellikle lisans sonrası eğitim yapmak üzere gönderilen öğrenciler, o ülkelerin sorunlarını çözmek için tüm enerjilerini tüketirler. Üstelik devletimiz, çoğu burslu giden bu öğrencilerimiz için yurtdışına para öder. Bu bazı akademisyenlerin ülkelerine dönüşte çok büyük uyum problemleri yaşadıkları açıktır. Bazıları geri gelmez, geri gelenlerin de yine ülkemizin o alandaki sorunlarıyla pek bir alakaları kalmamıştır.

3- Ülkemizdeki akademik eğitim, ekseriya teorik kalmaktadır. Örneğin, bütün tıp fakültelerinin hastaneleri mevcuttur. Eğitimin temel düsturu ancak bilginin deneyim süzgecinden geçtikten sonra öğrenilebilecek olduğudur. Birçok mühendislik alanında eğitim, bu tip bir uygulama alanına sahip olmadığı için gerçek amacına ulaşmamaktadır. Böylelikle birçok “diplomalı çaylak” ortada dolaşmaktadır.

4- Üniversitelerimizin ekonomik hayatımızın gerçek problemlerine çözüm üreteceği proje kültürü kamu kaynakları tarafından yeterince desteklenmektedir. Örneğin Japonya, ABD ve İsveç’te GSMH nin % 20’sinden fazlası Ar-Ge projelerine ayrılmışken, Türkiye’de bu oran % 0,6 olup 9. Kalkınma Planı’nda 2014’de % 2 olması hedeflenmektedir.

Sanayi Açısından zorluklar:

1- Tipik bir sanayici öyküsü çırağın, askerden dönünce kendi imalathanesini kurmasıyla başlar. Yeni usta, genç girişimci olmanın dinamizmiyle başarılı bir dönem geçirir. Üretim altyapısının tüm kredi ödemelerini bitirir. Sonraki yıllarda hayat nedense her geçen gün zorlaşır. Gün gelir işçi maaşlarını bile zor öder, işçi çıkarmak zorunda kalır. Hep de hayatın kötüleştiğinden dem vurur. Bir tek gün demez ki “ Ekonomik hayatımdaki 20 yıl boyunca hep aynı şeyi yaptım. 20 yıl boyunca ne aynı kaldı ki? Ben hep aynı kalmak istedim!”. Kendi ürün ve tekniğini geliştirmesini anladığında ise çoğunlukla zaman geçmiştir. Böylece bir işletme daha son bulur.

2- Özü gereği Ar –Ge millidir. Hiçbir zaman çok uluslu şirket yoktur ve olmamıştır. Gerçekte, her şirketin bir merkezi, merkezinin bulunduğu yerde Ar-Ge’si yani bilim ve teknoloji birikimi ve mülkiyeti vardır. Bu sebeple bu şirketler çokuluslu değil, çok ulusta faaliyet gösteren şirketlerdir. Merkezinin olmadığı diğer ülkelerde her türlü tercihi çevre kirliliğini uzaklaştırmak, düşük işçi ücretlerinden yararlanmak, hammadde kaynaklarına daha kolay ulaşmak amacıyla yaparlar. Bu yüzdendir ki çok ulusta çalışan şirketler ve onların yerli işbirlikçileri, o ülkede Ar-Ge istemez ve yapmaz.

3- Yakından bakıldığında görülecektir ki taklide dayalı üretimin, kalpazanlıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durumun önlenmesi ve o ülkede sanayinin gelişebilmesi için sanayi mülkiyet hukukunun her şeyden önce gelişmiş ve uygulanabilir olması gerekir. Örneğin ABD’de patent yasası 1700’lü yılların sonunda yasallaşmış, bilindiği gibi Graham Bell telefonun icadıyla ilk patenti almıştır. Kıta Avrupası’nda sanayi mülkiyet hukuku 1800’lerin başlarında gelişme göstermiştir. Oysaki Türk Patent Enstitüsü 2000 yılında kurulmuş 2005 yılından beri mahkemeler dava görmeye başlamıştır. Fikri haklar korunmadıkça Ar-Ge’ye kaynak ayırmanın da hiçbir ekonomik geri dönüşümü söz konusu değildir.

4- Ülkemizde son derece dengesiz, nitelikli işgücü dağılımı vardır. Örneğin dünya deri sanayisi yatırımının 1/5’ine Türkiye sahiptir. Türkiye’nin dünya deri sanayi ekonomisinden aldığı pay ise %1,5 dolayındadır. Türkiye’nin uzay sanayi ile ilgili henüz bir yatırımı yoktur -yanlış anlaşılmasın, kesinlikle olmalıdır- ve Türkiye’ de her yıl 100 civarında uzay mühendisi, 50 civarında da deri mühendisi mezun olmaktadır.

Çözüm önerilerimize gelince:

1- Üniversitelerdeki akademik yükseliş kesinlikle proje yapmak ve patent almakla ilişkilendirilmelidir.

2- Yurtdışındaki akademik eğitim, kesinlikle yürümekte olan projelerimizdeki tanımlı görevler için olmalıdır.

3- Üniversitelerimizdeki akademik eğitim, uygulayıcı ekonomik organizasyonlarla birlikte yürütülmelidir.

4- Üniversitelerdeki eğitim planlaması, sanayinin tanımlı projelerine istihdam amaçlı yapılmalıdır.

5- Kamu kaynaklarından Ar-Ge için kesinlikle en büyük bütçe kalemi ayrılmalıdır.

6- Uzun müfredat temelli eğitim yerine, kısa probleme dayalı sürekli eğitim modeli anlayışı gerçekleştirilmelidir.

Sonuç olarak iyiliğin üretkenlikten, başarının ise yenilikten geçtiğinin vurgulanması gerekir.

Pazar, Temmuz 22, 2007

Dinin Yükselen Değeri ve Türk Müslümanlığı

[Ethem MANASLI]

Türk Müslümanlığı’nın itikadî mimarı büyük Türk âlimi İmam Ebu Mansur Mâturudi’dir. Semarkand’a bağlı Mâturud kasabasında yetişen bu İslâm itikadının büyük imamı, diğer büyük itikad imamı Hasan El-Eş’âri’den, o dönemin sıcak tartışma konusu olan "Allah’ın zâtı ve sıfatı" konusunda ayrılmaktadır.

Bilindiği gibi sanayi toplumunun teknolojik temeli; buhar makinesinin icadıyla İngiltere’de, ideolojik-siyasî temeli; 1789 İhtilâli ile Fransa’da, felsefî-düşünce temeli de; Hegel ve Marks’ın katkılarıyla Almanya’da atılmıştır. Adına makine çağı da denilen bu dönemde pozitif bilim, bütün gerçeklerin altında tek bir doğru olduğu inancından hareketle, bütün hayatı “nesnelleştirmeye” yönelmiştir.

Sanayi toplumunun dünya görüşüne kaynaklık eden Hegel’in “tarihî idealizm”i ve bu düşüncenin tepetaklak edilmiş şekli olan Marks’ın “tarihî materyalizm”i, her şeyin zıddıyla mücadele içinde varlığını sürdürdüğü temel görüşüne dayanan diyalektiğin üzerine kurulmuştur. Esasında, Kur’an’da, “Ders alasınız diye her şeyden çift çift yarattık” ayetiyle çok önceden bildirilen ve yaratılmışların tanınması, bilinmesi ve insanın hizmetine sunulması, bütün bunların ötesinde de; maddeden mânâya, sınırlıdan sınırsıza, yaratılmıştan Yaratıcıya giden tefekkür yolunda bir düşünce yöntemi olarak, akıl sahibi insanlarca kullanılması için bahşedilmiş bir yaratılış gerçeğidir, diyalektik.

Gerçekten de bizler gündüzü geceyle, iyiyi kötüyle, güzeli çirkinle, beyazı siyahla, bütünü parçayla, erkeği kadınla vb. tanırız ve anlarız. Ayrıca çift çift yaratılanlar, bilmenin de ötesinde hayatımızın inişlerini ve çıkışlarını oluşturarak, bireysel ve toplumsal gelişmemizi ve olgunlaşmamızı da sağlarlar.

Diğer taraftan, yaratılmışların bilinmesinde anahtar görevi üstlenen çift çift yaratılmış zıtlıklar, Yaratıcının zâtının niçin bilinemeyeceğinin cevabını da verir bize: Yaratıcı “zıddı” olmayan “tek” olduğu için zâtı bilinemez. Bu gerçekten uzak olan Batı tefekkürü, âdeta yaratılmışlar ile Yaratıcı arasındaki ilişkiyi, yaratılmışlar için geçerli olan tez-antitez ilişkisine indirgeyerek; “Tanrı-Meryem” bağlantısından “İsa” sentezine ulaşarak “teslis” inancını geliştirmiştir.
Sanayi devriminin itici gücü olan makine, “tez–antitez” ilişkisinden hareketle parça-bütün zıtlığının senteze ulaştırılmış bir sonucu iken, bilgi toplumunun itici gücü olan bilgisayar da “var-yok” zıtlığının (tez-antitez) “1-0” şeklinde elektriksel işaretle kodlanmasıyla oluşturuldu. Dolayısıyla çift çift yaratılanlardan, bilimsel yöntemler kullanılarak gerektiği gibi alınan dersler sayesinde bilgi toplumu seviyesine ulaşıldığı yorumunu yapmak pekâlâ mümkündür.

Aynı diyalektik düşünce metodundan hareketle, halkın “evet-hayır” ikilisinden birini tercih etmesiyle iradesini belirttiği ve adına “modern demokrasi” dediğimiz yönetim biçimi de sanayi toplumu ile yaşıttır. Bu yüzdendir ki, sanayi toplumu aşamasını tamamlayamayan ülkelerdeki demokrasi ya yoktur ya da kör topal yürütülmeye çalışılmaktadır. İç politikada siyasî yelpazeyi “sağ-sol” zıtlığı temelinde şekillendiren bu düşünce biçimi, uluslararası politikayı da, özellikle Soğuk Savaş döneminde, “Doğu-Batı” zıtlığı üzerine kurmuştur. NATO ve Varşova Paktı çerçevesinde oluşturulan iki kutuplu dünyada bir çok mesele kolayca çözülebiliyordu. Komünist ülkelerin yönetimleri, kapitalist tehdit ve tehlikelere göre, kapitalist ülke yöneticileri de komünist tehdit ve tehlikelere göre tavırlarını ve politikalarını kolaylıkla belirliyorlardı. Hatta tavırlardaki kararsızlıklar, karşı tarafın tavrının tamamen zıddını takınmakla giderilebiliyordu. Çünkü olayları tez-antitez zıtlığı içinde değerlendirmek, karmaşık sorunları basite indirgeyerek anlamada ve sonuca gitmede kolaylık sağlıyordu.

Fakat bu anlayış biçimi, fizikte madde ile enerji arasındaki “geçiş bölgesi” yâni kuantum alanına ulaşıldığında, yâni Newton susup, Einstein konuşmaya başladığında, dünyayı tanımlamaya yetmemeye başladı. Determinist mantığın yerini, Nasrettin Hoca’nın “Sen haklısın, sen de haklısın, hanım sen de haklısın” sözünde ifâdesini bulan ve Lütfi Aliasker Zâde isimli Azeri Türkü tarafından geliştirilen, “Puslu mantık” aldı. Pozitivist determinist anlayışın yerini “mâneviyatçı” diye tanımlanabilecek kuantumcu anlayışlara bırakmasıyla, teslis inancı yıkılmaya, tevhid inancı yayılmaya, akıl ile gönül arasında iletişim kurulmaya başlandı. Kısaca materyalist dünya algılaması zayıflarken mâneviyatın biçimlendirdiği holistik dünya tasarımları kendisine rasyonel zeminde bir yer edinmeye başladı. Bu ise, dinî inançların getirdiği bakış açılarının hayatın her alanına rengini vurmasına imkânı verdi. Bilim ve inanç dünyasında yaşanan bu köklü değişmelerin, materyalist-ateist-determinist Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte hızlanması, konuya uluslararası bir boyut kazandırdı. Böylece insanlık, hayatının her alanında risklerle dolu bir geçiş dönemi yaşamaya başladı. Her geçiş dönemi risklidir ve olumlu veya olumsuz ciddî sürprizlere gebedir, içinde yaşadığımız bu dönemde bundan muaf değildir.


Sanayi Toplumundan Bilgi Toplumuna Geçiş Süreci

Toplumsal gelişmelerin geçiş dönemleri, yeni toplum tipinin doğum sancılarının yaşandığı; bunalımlı, çalkantılı bir süreçtir. Böyle zamanlarda insanlar, belirsizlik değil sağlamca tutunabilecekleri toplumsal değerler ve kurumlar ararlar. Bu ihtiyaca cevap verebilecek kurumların başında da din gelmektedir. Esasında din duygusu ve kurumu, ferdî ve toplumsal hayatın bütün dönemlerinde canlılığını ve etkinliğini sürdürür. Fakat geçiş dönemlerinde, diğer değerler ve kurumlar hızla erozyona uğrarken din, insanların inanacakları ve bağlanacakları bir sistem olduğu için, daha çok canlanır ve etkinleşir. Bu durumun başka önemli bir nedeni de, istikrarlı zamanlarda günlük hayatın koşuşturmalarının, eşya âlemiyle oluşturulan meşguliyetin başka bir anlamıyla bütünüyle yaratılmışlar dünyasının insanın idrakinde oluşturduğu bir sis perdesinin, insanın inanç dünyasındaki boşluğu kısmen doldurmuş olmasıdır. Yâni istikrarlı ortamlar bir anlamıyla insanın Allah'a gâfil olmasına yol açmıştır. Geçiş dönemlerinin oluşturduğu kaotik ortam ve kasırgalar, bu sis perdesini dağıtarak ve insanların gafletten uyanıp dine yönelmelerine yol açar. Savaş ve tabiî âfet zamanlarında da aynı durum yaşanır.

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken -1700'lü yıllarda- yaşanan bunalımın bir benzerini, sanayi toplumundan bilgi toplumuna -1950’den günümüze- geçişin yaşandığı günümüz dünyasında görülmektedir. Bu sebepten dolayı özellikle bu geçişin sosyal hayatta ve anlam dünyasında yoğun olarak hissedildiği Batı'da, genelde madde ötesine özelde dinî değerlere ve kurumlara bir yöneliş söz konusudur. Fakat bu seferki yönelişin özellikle insanın yükselen değerleri istikâmetinde, fıtrata uymayan dinlerin aleyhine bir gelişmeyi de beraberinde getirdiği gözlemlenmektedir.


Bir Toplumsal Kurum Olarak Din

Yapılan tarihî ve sosyolojik araştırmalar gösteriyor ki, tarihin her döneminde insanlar, kendilerinin gücünün üstünde bir yüce güce, çevrelerindeki eşyâları yaratan ve yönlendiren bir “Yaratıcıya inanmışlar ve bu inançları doğrultusunda da fizikî ve toplumsal yapılanmalara gitmişlerdir. Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan bütün eski yerleşim merkezlerinin bir mâbed etrafında yapılandıkları görülmüştür. Buradan hareketle denilebilir ki, eski veya modern bütün kültür ve medeniyetlerin mayasında din ve dinden kaynaklanan inançlar ve bu inançların yön verdiği fikirler, ideolojiler vardır.1

Batı'da, din psikolojisi ve sosyolojisi üzerine araştırmalar yapan bilim adamları, kendi dünya algılamaları ve inanç esasları üzerinden meseleyi tahlil etmeye yöneldiklerinden dolayı, bütün bilimsellik iddialarına rağmen, Hıristiyanlığın “baba, ana, oğul” üçgeninde oluşturulan "kutsal aile" inancına bağlı olarak düşünmüşlerdir. Bu araştırmacılar, çocuklardaki ve gençlerdeki dinî arayış ve yönelişleri, aile içindeki ana-baba ihtiyacına bağlayarak, bir göksel kutsal inançlar ailesi kavramına ulaştılar. Bu araştırmacılardan birinin ifâdesi şöyledir: "Din ilkin görünen bir anne ile babaya karşı duyulan, sonra da göklere çevrilen, insanlık ailesinin görünmeyen babasına yönelen, evlâtlık sevgisinden başka bir şey midir?"2

Genel olarak söylersek, bu konularda araştırma yapan Batılı bilim adamları bütün şöhretlerine rağmen oldukça geri bakış açılarına sâhiplerdir. Çünkü onlar özellikle "insanın câhili" olmakta hâlâ diretiyorlar. Hâlbuki, insan Allah'ı, fıtratı ve tabiatı gereği aramaktadır. Yâni insan Yaratıcısı'nı aramaya mahkûmdur. Tıpkı Hz.İbrahim gibi… Hz. İbrahim'in inanç mâcerası, insanın zât programında müstesna bir yere sâhip olan Yaratıcıyı arama ve bulma ihtiyacını ve bunun sağlıklı diyalektiğini gösterirken, insanların çok azının Allah'ın lûtfu ile hakikâti yakalayabildiklerini de bildirmektedir. İnsanın, inanma ihtiyacına sağlıklı cevaplar bulamaması ve inanma ihtiyacını somut veya sahte ilâhlarla gidermeye çalışmasının ise onu eşyanın esiri kılacağı anlatılmaktadır.

İslâm’ın ışığında konuya yaklaşacak olursak; insanın özündeki inanma ihtiyacını programlayan sır sebep, "Biz Adem'e ruhumuzdan üfledik" âyetiyle bildirilen "İlâhî emânetin" geldiği, koparıldığı esas bütüne, ana kaynağa ve öz vatana duyduğu kavuşma istek ve arzusudur. İşte, insanların Allah'a muhtaçlığı bu sebeptendir ve Kur'an'da; "Ey insanlar siz, hepiniz Allah'a muhtaçsınız"3 buyrularak, zât programımız gereği yüzümüzü O'na çevirmemizle esas ihtiyacımızı giderebileceğimiz şu âyet ile bildirilmektedir: "O hâlde, yüzünü muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına hiçbir şey, hiçbir yanlış yorumlama bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat, insanların çoğu bunu bilmez."4

İşte böyle bir fıtrat dini, diğer bir ifâdeyle İslâm dini olan orijinal Hıristiyanlık, Romalı zâlimler vâsıtasıyla ve paganizmin etkisiyle bozuldu. Bu saptırmanın tarihî süreç içindeki gelişimi kısaca şöyle oldu: “Allah'ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa” hak dini çevresine tebliğ etmeye başlayınca, başta Yahudiler olmak üzere Romalıların büyük baskısı ve zulmüne uğradı. Roma'nın bütün baskılarına rağmen gelişmeye devam eden Hıristiyanlık, özellikle ezilen insanlar arasında yayılıyordu. 324 yılında tahta geçen İmparator Kostantin Hıristiyan oldu ve devlet imkânlarını da kullanarak halkın büyük çoğunluğunu oluşturan putperestlerle sayıları gittikçe artan Hıristiyanları tek bir din altında toplamak için 325 yılında İznik konsülünü toplayarak teslis inancını kabul ettirdi. Bu inanç putperest Yunan'ın kutsal tanrılar ailesinin bir versiyonuydu. Diğer taraftan uygulamaya yönelik Hıristiyanlık kurallarını da değiştirdi. Bu değişikliğin amacı ise Romalıların alışageldikleri yaşantı biçimini sürdürmekti. Bu amaçla orijinal Hıristiyanlık'ta yasaklanan fâiz, domuz eti ve içki yasağını kaldırttı. Kiliselerin resim ve heykellerle doldurulması da bu dönemle birlikte başlar. Bozulan İncil'le birlikte fıtrat dini olmaktan uzaklaşan Hıristiyanlık, zaman içinde başka kul müdâhaleleriyle bu günlere kadar geldi. Bu pencereden bakıldığında, bugünün küresel hegemonik güçlerinin başta İslâm olmak üzere mevcut dinleri kendi istekleri, arzuları, hedefleri ve yaşam tarzlarıyla uyumlu hâle getirmenin gayreti içinde olmaları daha bir anlamlı hâle gelmektedir.

Aydınlanmanın ve bilgilenmenin sağlamış olduğu, eşyâyı ve insanın kendisini daha yakından tanıma imkânı, Batılı düşünen insanları tarım toplumu döneminin sonuna doğru kiliseye ve onun temsil ettiği bozulmuş Hıristiyanlığa karşı mücâdeleye sevk etmiştir. Fakat bu mücadele kilise ve hükümdarın iktidar vasıtası hâline gelen Hıristiyanlığa karşı olmaktan çıkarak âdeta Tanrı ile bir mücadeleye dönüşmüştür. İnsana aklın rehberliğinde bir gelecek vaad eden Aydınlanma, düne göre Batılı insana daha çok değer atfetmişse de, bu insandaki inanma ihtiyacını gidermemiştir. Batı’da dinî arayış sürmüştür. Çünkü aklın rehberliğinde ancak gerçeğin alacakaranlığına ulaşılmış, sanayileşmenin getirdiği gelişme bu alacakaranlıkta insanın kendisine yeni ilâhlar edinmesine mani olamamıştır. Hıristiyanlığın çağın gerekleri ışığında zaman zaman kendini yenilemeye çalışması, Hıristiyanlığın insana yaklaşımındaki en temel açmaz olan; insanların doğuştan suçlu ve günahkâr kabul eden zihniyetin bütün olarak dönüşmesi anlamına hiçbir zaman gelmemiştir. Bu sebepten hâlen doğan çocuklar, bir "baba" tarafından vaftiz edilerek temizlenmeye(!) çalışılmaktadır. Basitmiş gibi gözüken bu konu, temel insan haklarına yapılan en büyük saldırıdır. Bu bağlamda insanî değerlerin ön plâna çıktığı günümüzde teslis inancında yapılacak birkaç tâmirat Hıristiyanlığı kolay kolay kurtaramaz.

İnsanı her şeyin merkezine oturtan gerçek dini arama ve bulma gayretinin artarak güçleneceği zaman dilimi, bilgi toplumu dönemi olabilir. Bilgi toplumunun sağladığı imkânlar, sanayi toplumunun ikili felsefesinin kurduğu soyut ve somut duvarları yıkarak her sahada çoğulculuğun kapıların ardına kadar açıyor. Artık temsili demokrasinin yerini katılımcı çoğulcu demokrasi alırken, insanlar hayatlarının her alanında siyah ve beyazdan başka renklerin de varlığını fark ediyor. Bu çoğulculuk yıllardan beri ikili düşünceyle şartlanmış insanlara ve yönetimlere ürküntü veriyor. Bu korku ve ürküntü bencil istek ve arzularla birleşince ulusal ve küresel çapta komplolara ve saldırılara dönüşerek dünya barışını ve insanlığın huzurunu ciddî boyutlarda tehlikeye sokuyor.

Her şeye rağmen bilgi toplumunun oluşturduğu ortam; her türlü bilgiye kolaylıkla ve özgürce erişebilme imkânı, insanın her sahada öne çıkması, akıl ürünü her türlü insansız ve insafsız ideolojilerin hayatın karmaşık gerçekleri karşısında çâresiz kalması ve hatta iflâs etmesi, Hıristiyanlığın her geçen gün zayıflayan hâli, bütün bunlar ve diğer maddî ve mânevî sebeplerden dolayı; insanlığın kendini tanıması, haklarının farkına varması, karanlıktan aydınlığa çıkmak için bir ışık, bir nur aramaya başlaması geleceğimiz açısından umut veren olumlu gelişmeler olarak değerlendirilebilir.

Tarihî tecrübeler göstermiştir ki, İslâm’ın aydınlatma (imân), arındırma (ihlâs) ve olgunlaştırma (uygulama) işlemi, mutluluk çağı (asrı saadet) dışında en güzel ve kâmil seviyede Türk milleti tarafından yaşanmış ve yaşatılmıştır. Böylece tarihî süreç içinde Türk’ün yaşadığı ılıman iklimli coğrafyalarda adına Türk Müslümanlığı denilen bir olgu gelişmiş ve bugünlere taşınmıştır.

Türk Müslümanlığı Kavramını Düşünme

Milletler mücâdelesinde din faktörü dün olduğu gibi bugün de derinliğini ve etkinliğini arttırarak sürdürüyor. Bölgesel ve küresel etkinlik kazanmaya çalışan güçlü ülkeler üç büyük semavî dinin ana merkezlerini ve kesişme noktalarını kontrol etmek istiyorlar. Bu konuda Vatikan, Mekke, Medine, İstanbul ve Kudüs öne çıkan merkezler olarak dikkat çekiyor.

Şurası bir gerçektir ki, millî kimliğin oluşmasında, korunup geliştirilmesinde önemli bir görev yapan din ve buna dayalı kültürel yapılanmalar dikkate alınmadan, ne sağlam bir millî savunma ne de etkili bir millî atılım yapılabilir. Günümüzde bütün acımasızlığı ile devam eden milletler mücadelesinin arka plânındaki yönlendirici saiklerden birisi de din iken, Türkiye’nin muhatap olduğu saldırılar karşısında direnç merkezleri oluşturmak isteyen karar alıcıların dinin bu boyutuna yeterince ehemmiyet verdiğini ve ondan faydalandığını söylemek mümkün değildir. Şüphesiz ki bu durumun önemli sebeplerinden bir tanesi, İslâm adına hareket ettiğini söyleyen kişilerin eyleme dönük hareketlerinin yarattığı anlam kaymasıyken diğeri de, sistemin dine (İslâm`a) hâlâ Kurtuluş Savaşı sonrasındaki anlayış ve psikoloji ile yaklaşma eğilimini sürdürmesidir.

Tarihî bir dönemecin alınmakta olduğu günümüzde, bu ülkeyi yönetme durumundaki kadroların, genelde din özelde İslâm gerçeğinden uzun süre kaçmaları mümkün gözükmemektedir. Dinin tasavvufi boyutunu reddeden bu sebepten İslâm’ı çoraklaştıran, kısırlaştıran ve nihâyet terörize eden Arap ve Fars Müslümanlığı’nın verdiği görüntüye bakarak ve Türkiye’deki kahir ekseriyetin onlar gibi düşünmediğini ve yaşamadığını görmezden gelerek, İslâm’a karşı mesafeli durmak; küresel hâkimiyet peşindeki güçler karşısında mücadeleye yenik başlamak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda emperyalizmin vahşi hedeflerinin arka plânındaki dinî motifleri iyi tahlil etmek durumundayız. Eğer dinin sosyal hayatta oynadığı rolü ve insanlara verdiği aşkı, ruhu doğru analiz edemezsek bu; “ılımlı İslâm” olarak lanse edilen modelin kitlelere yayılmasına, bu tasarımın zihniyetleri şekillendirmesine, Türkiye’nin federasyonlaştırılmasından bölünmesine varıncaya kadar bir sürü projeye müsaade eden bireyler vücuda getirmesine, yâni sâdece maddî olarak değil mânevî olarak da ülkemizin ve insanlarımızın sömürülmesine göz yummak anlamına gelecektir.

Bu gerçekler ışığında, Batı’nın oryantalist bakış açısının ürünü olan “ılımlı İslâm” ve “radikal İslâm” tasarımlarının dışında, binlerce yıllık bir tarihî birikimi olduğunu ve bin yıldır İslâm’a kalıcı hizmetleri yaptığını söylediğimiz Türk milletinin kendine özgü İslâm anlayışının kodlarını deşifre etmemiz gerekmektedir.

Türk’ü diğer milletlerden farklı kılan ayırt edici temel millî özellikleri doğal olarak O’nu, İslâm’ı diğer milletlerden daha farklı algılama ve yaşama yönünde etkilemiştir. Bu farklılığı dinî eserlerde gözlemlemek daha kolaydır. Meselâ bizim câmilerimiz ve minarelerimiz estetik ve sanat açısından diğer İslâm ülkelerinkinden farklıdır. Bu durum, hem itikatta hem de amelde millet olarak seçtiğimiz inanç ve uygulama yollarının farklılığında da kendini gösterir. Tamamına yakını Müslüman olan Türklerin büyük çoğunluğunun itikatta Mâturidi, amelde Hanefî, tasavvuf anlayışında Yesevî olmalarını tesadüflerle açıklamak mümkün değildir.

Denilebilir ki, İslâm karanlıkları aydınlatan bir güneş gibidir.. Nasıl ki güneş dünyaya ulaştırdığı ışıklarıyla her canlıya kendi kâbiliyetine göre bir çeşit yaşama enerjisi verirse, İslâm da her ferde ve fertlerin oluşturduğu her millete, onların anlayış gücüne ve yaşayış tarzına göre bir enerji verir. Nasıl ki, iki biber çeşidi de aynı güneşten enerji almalarına rağmen yaratılış programlarındaki farklılıklar sebebiyle sonuçta biri tatlı diğeri acı biber oluyorsa, milletler de ayırt edici temel özellikleri sebebiyle, aynı dini kabul etmelerine rağmen, dinî hayatlarında bazı önemli farklılıklar ortaya koyarlar. Dolayısıyla, Araplar’ın kültürlerine ve coğrafyalarına göre içerik ve biçim kazanan bir Arap Müslümanlığı’ndan, Farslıların kültür ve coğrafyalarına göre içerik ve biçim kazanan bir Fars Müslümanlığı’ndan bahsetmek ne kadar doğal ise, Türk milletinin kültür ve coğrafyasına göre içerik ve biçim kazanan bir Türk Müslümanlığı’ndan bahsetmek de o kadar doğaldır.

Bilindiği gibi, İslâm öncesi dönemde Türkler tek Tanrılı bir inanç sistemine sahiptiler. Bu dönemdeki Türk inanç sisteminin “kut” ve “töre” kavramlarına bağlı olarak yapılandığı yönündeki değerlendirmeler, bizlere Türk Müslümanlığı’nı anlamak konusunda önemli ipuçları vermektedir. Yapılan araştırmalara göre, eski Türklerin inandığı Tanrı hem tek idi hem de "her şeye kâdir, âdil ve yarattığı her şeye gücü yeten ve gerçek töreyi koyan" bir özelliğe sahipti. Gök Tanrı’nın Kur’an’da belirtilen Allah’ın bütün özelliklerine sahip olduğu yapılan araştırmalarda açıkça ortaya konmaktadır.5

Türk kelimesinin anlamı üzerinde araştırma yapan bilim adamları bu kelimenin "törümek" fiilinden geldiği konusunda fikir birliği içindedirler. Töre sistemine bağlı kişi anlamına gelen Türk kelimesi "kut" kelimesiyle güçlendirilmiştir. Tanrı’nın insanın mutlu olması için sevgisinden dolayı bildirip kurduğu sisteme (töreye) uyarak hayatını düzene sokan insana Tanrı tarafından bahşedilen kutsal bir makam olan kut, yüksek bir ahlâkî dereceyi ifâde etmektedir. Toplumsal statüyü belirlemede ciddî bir etkinliği sahip olan kut kavramı ancak töreye uyduğu müddetçe kişilerin sıfatı olarak kalabilmektedir. Meselâ, Tanrı’dan kut alınmadan kağan olunamazdı. Kağan töreyi terk ettiği anda Tanrı, verdiği kutla birlikte, kağanlığı da ondan geri alırdı.

Kısaca ifâde edersek; "Tanrı türettikleri için bir nizâm koyuyor, buna töre deniyordu. Törenin hükümlerine uyan kimse ise Tanrı’dan kut alıyordu. İşte Türk, töreye uyarak Tanrı’nın her türlü ihsanına hem kafa, hem gönül, hem de maddî dünya nimetlerine, yâni kuta kavuşmuş kimsenin sıfatıydı. Yâni felsefî platformda Türklük, belli bir ahlâka ulaşmak şartına bağlı olarak kazanılan bir değer hükmündeydi. Bir ırk adı değil; bir dünya görüşüne, yâni töreye bağlılığı ifâde eden bir kavramdı."6

Tarihin belli bir kesitinde Türk milletine de bir uyarıcı, resul gönderildiğini söylemek yanlış olmaz. Böylece, tek Tanrı inancıyla, töreyle (Tanrı’nın indirdiği sistem) ve onun incelikli, hikmetli algılayış ve yaşanışı ile ulaşılan makamı ifâde eden kutla irşat edilen Türk milleti, İslâm ile tanıştığı güne kadar verdiği sözü, yaptığı biatı bozmadan yaşamıştır.

Töreye uyarak kut kazanma yolunda yürüyen Türk insanı Tanrı’nın sevgisini kazanmak için yaratılmışlara karşı şefkâtli ve cömert olmaya çalışmıştır. Bilgiye ve bilgelere saygı duymuş, devletine ve milletine hizmet etmeyi, onun varlığını sürdürmesi için fedâkârlık yapmayı kuta ulaşmada yerine getirilmesi gereken temel görevler olarak kabul etmiştir. Kapısına gelen her insanı Tanrı misafiri bilmiş, yedirmiş, içirmiş, barındırmıştır. Âdeta yaratıkta Yaradan’ı, halkta Hakk’ı aramıştır. Bu inanış ve yaşayış, sevgi ve hoşgörü duygularını yeşertip geliştirmiştir. Bu da millî kültürün evrensel değerlerini üretmiştir. Türk milletinin enerjik bir yapıya sahip olması bu özelliğinin gelişmesine uygun bir toplumsal zemin hazırlamıştır. Böyle olduğu içindir ki, Türk milleti İslâm’ı kolayca ve severek kabul etmiş, bağrından "yetmiş iki milleti bir gören" Yunuslar, kapısını, kafasını ve gönlünü herkese ardına kadar açan Mevlânâlar çıkartabilmiş, farklı ırklara, dinlere, mezheplere mensup birçok milleti bir arada barış içinde yaşatan evrensel imparatorluklar kurabilmiştir.

İslâm’ı kabulünden sonra, fıtratına, meşrebine ve karakterine uyan itikadî, amelî ve ruhî tercihlerde bulunan ve buna uygun toplumsal yapılanmalar gerçekleştiren Türk milleti kurduğu imparatorluklarla İslâm’a ve insanlığa daha geniş çaplı ve derin muhtevalı hizmetler yapma imkânı bulmuştur.

Türk Müslümanlığı’nın itikadî mimarı büyük Türk âlimi İmam Ebu Mansur Mâturudi’dir. Semarkand’a bağlı Mâturud kasabasında yetişen bu İslâm itikadının büyük imamı, diğer büyük itikad imamı Hasan El-Eş’âri’den, o dönemin sıcak tartışma konusu olan "Allah’ın zâtı ve sıfatı" konusunda ayrılmaktadır. Bu farklılık Yaradan ile yaratıklar arasındaki ilişkileri değerlendirmede önemli bir etkiye sâhip olmuştur. Kısaca ifâde edersek, Eş’âri "Allah’ın zâtı ve sıfatı birbirinden ayrıdır" anlayışını savunurken, Matüridi "İlâhî zat ve sıfat birbirinin ne aynıdır ne de gayrıdır" değerlendirmesini getirmiştir. Basitmiş gibi görünen bu farklılık, hayatın ve onun ayrılmaz bir parçası olan bilimin itikada bağlı olarak yaşandığı ve yapıldığı o dönemlerde önemli gelişmelere sebep olmuştur.

Eş’âri’nin yolunda yürüyenler (Araplar); içinde yaşadığımız âlemi, sıfatların yansıması ile oluşan bir “gölge âlem” olarak algılamışlar ve “gerçek hayatın”, zât tecellisiyle oluşan âhiret hayatı olduğunu kabul etmişlerdir. Bu bakış açısının etkisiyle bu âlemde mevcut olan fiziksel ve toplumsal olgular üzerinde araştırma yapmak, tefekkür etmek beyhude işler olarak görüldüğünden, İslâm’ın ilk yıllarında büyük bir atılım gösteren bilimsel çalışmalar birden bire durmuş, medreselerde sâdece âhiret bilgilerini içeren dersler verilmiştir.

Hâlbuki, Türk âlimi Maturidi, yaratılmışları Yaradan’ı anlatan O’ndan mesajlar taşıyan birer âyet, işâret olarak kabul ettiği için, bilimsel çalışmalar Türkistan’da durmamış gelişmesini sürdürmüştür. Yaratıkta Yaradan’ı görmeyi teşvik eden bu bakış açısı, yaratılmışların en şereflisi olan insanı her şeyin merkezine koymuş, aşk, sevgi ve bilgi büyük bir değer kazandırmıştır. Dolayısıyla insanı sevmek, onu hoş görmek, ona hizmet etmek ve nihâyet "her gördüğünü Hızır bilmek" inancı, Tanrı’yı her yerde hazır ve nâzır bilmeyi de beraberinde getirmiştir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, yaratıkta Yaradan’ı, halkta Hakk’ı aramak ve görmek Türk-İslâm tasavvufunun da temel bakış açılarını oluşturmuştur. Böylece, Türk coğrafyasında, Ahmet Yeseviler, Şâh-ı Nakşibendiler, Yunuslar, Mevlânâlar, Hacı Bektaş Veliler, Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler ve daha nice alperenlerin yetiştiği verimli bir imân ve yaşam ortamı oluşmuştur.

Diğer taraftan tabiatı incelemek, varlıklarda Allah’ın koyduğu yasaları bulmak ve bunları hayata uygulayarak insanın işini kolaylaştırmak gibi düşünceler; Ali Kuşçu, Takuyiddin, Uluğ Bey, İbni Sina, Farabi, El Cabir gibi Türk âlimlerini yetişmesindeki toplumsal ortamı hazırlamıştır. Kutup yıldızları olarak tarif edebileceğimiz bu insanlar, Türk Müslümanlığı’nın verimli düşünce ve inanç iklimlerinde yetişerek hem Türk milletine, hem de bütün insanlığa hizmet etmişlerdir.

Bazı araştırmacılar ve yorumcular, Türk Müslümanlığı’ndaki bu iki yönlü gelişmenin Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden dönüşünde, beraberinde 2000 civarında Eş’âri itikadına bağlı Arap âlimini İstanbul’a getirmesiyle önce yavaşladığı sonra da durduğu şeklinde görüşler beyan etmektedirler. Bu dönemle birlikte medreselerden tabiî bilimler kaldırılması, Osmanlı Türkçesi’nin Arapça’nın tam hâkimiyetine girmesi, Türk Müslümanlığı’nın enerji kaynağı olan tasavvuf ve tarikatların din dışı ilân edilmesi (İmam Birgivi dönemi 1522-1573), tasavvufla birlikte gelişen mûsikînin yasaklanması, Ali Kuşçu’nun öğrencilerinden Takuyiddin’in kurduğu rasathanenin, "Allah’ın işine karışılıyor" diye topa tutularak yıkılması gibi olumsuzluklar söz konusu yorumu haklı çıkartacak gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Yâni ne zamanki Türk Müslümanlığı’nın yerini Arap Müslümanlığı aldı, zihniyetlerde gelişmeyi sağlayan düşünce kanalları, gönüllerde ilâhî sevgi feyzini taşıyan rahmet kanalları daralmaya başladı. O dönemde Avrupa’da yaşanan bilimsel ve sosyal gelişmelerin de etkisiyle önce duraklama, sonrada gerileme ve çökme dönemlerini yaşadık.

Sultan Abdülhamit Han döneminde, modern okullar açılarak eğitim çalışmalarına hız vermek sûretiyle bu yanlış yoldan dönmek için çabalar gösterilmiş ise de, bir defa "atı alan Üsküdar’ı geçmiş oldu".

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, cumhuriyetin ilk yıllarında, ümmetten millete geçişin temellerini atmak, Türkçe’yi dirilmek ve güçlendirmek için Türk Dil Kurumu, Türk milletinde tarih şuurunu uyandırmak ve millî kültürünün ana kaynaklarını ortaya koymak için Türk Tarih Kurumu, Türk Müslümanlığını ayağa kaldırmak için de Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurumlar Türk milletinin kendi kültürünü yeniden üretme hamleleri olarak değerlendirile bilir.

İslâmlaşmak mı, Araplaşmak mı?

Büyük bir aşkla İslâm’a koşan Türk insanın, "Aşırı sevgi gözü kör eder" sözünü doğrularcasına, millî kimliğini bazı dönemlerde İslâmlaşmak adına Araplaşma tehlikesine mâruz kalmıştır. Şüphesiz ki bu olayda, Kur’an’ın Arapça indirilmesi ve Türk milletinin özel bir aşkla sevdiği Hz. Muhammed’in Arap toplumu içinden zuhur etmesi büyük rol oynamıştır. Birçok Türk aşireti kendilerinin daha iyi Müslüman olduğunu ispat etmek için öz dilleri olan Türkçe’yi Arapça ile değiştirmiş, güzelim Türk isimlerinin yerine Arap ve Fars adları almışlardır. Bazı araştırmacılara göre, bugün sâdece Mısır’da 10 milyon Türk asıllı insan yaşamaktadır. Bunlar kendilerinin Türk olduğunu bilmekte, fakat Türkçe konuşamamaktadır. Irak’ta, Suriye’de, Kuzey Afrika ülkelerinde çok sayıda Türk Araplaşmıştır. Diğer taraftan Yavuz’un Mısır seferinden sonra yoğunluk kazanan Arapçalaşma ve Araplaşma hastalığının, Türkçe’yi ve Türklüğü zayıflattığını söylemek yanlış bir hüküm olmayacaktır.

Bu Araplaşma eğilimi bugün bile varlığını kısmen sürdürmektedir: Bazı kesimlerde Arapça kelime ve tamlamaların ısrarla kullanılmaya devam ederken yine birçok samimi inanan insanımız, oğluna ve kızına en olmadık Arap isimlerini vererek daha iyi Müslüman olacağını sanmaktadır. Bâzıları da İslâm tarihini Araplar’ın tarihi derekesine indirme gayretkeşliği içinde bulunmaktadır. Öte taraftan siyasal ümmetçi kesimlerdeki Araplaşma eğilimi gizli bir Arap milliyetçiliğine sebep olmakta, bunlardan bazıları meselâ, Mehmet Akif Ersoy’un Mehmetçiği “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyerek övdüğü muhteşem Çanakkale Zaferi’ni, Necef’te yapılan bir sokak çatışması ile karşılaştırma küstahlığında bulunurken, söz konusu sokak çatışmasını “Çanakkale Zafer’inden bin defa daha faziletli” olduğunu ifâde edebilecek kadar Arap milliyetçiliği yapabilmektedirler. Araplaşma tehlikesi için alınması gereken tedbirler Farslaşma tehlikesi için de düşünülmelidir.

Sonuç

Maturidi’nin itikatta, Ebu Hanefi’nin amelde, Ahmet Yesevi’nin tasavvufta ortaya koydukları temel ilkeler; en genel anlamıyla İslâm’ın şeriat, tarikat, marifet ve hakikat boyutlarının Kur’an ve sünnete dayalı ölçü ve usûllerini belirlemektedir. Bu ölçü ve usûller Türk’ün narin, ince ve içtenlikli ruh dünyasında Türk-İslâm tarihi boyunca olgun bir güzellik olarak yansımıştır.
Türk’ün ince zevki, mütevazı cömertliği, canlandırıcı ataklığı, atılımcı cesâreti, kısacası alp-eren özelliği kendisini en fazla Türk-İslâm tasavvufunda göstermiştir. Ahmet Yesevi’nin yaktığı ocakta pişirilerek cümle canlının hizmetine koşulan alp-erenler, Anadolu’nun Türk-İslâm yurdu olmasında da birer mânâ ve madde mimarı olarak görev yapmışlardır.

Özellikle Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun kurulmasında, yükselmesinde bu mimarların katkıları hem nitelik hem de nicelik alanlarında oldukça fazladır. Devletin kurucu mayasının atılmasında Şeyh Edebâli’nin, insanlarımıza umut aşılanması ve millî birliğin sağlanmasında Yunus Emre’nin, entelektüel yapının hazırlanması ve işlenmesinde Mevlânâ’nın, Türk ordusunun yapılanmasında Hacı Bektaşi Veli’nin, toplumsal yapının meslekî boyutunu sağlam temellere oturtmada Ahi Evran’ın, zanaatkârlığın teşviki ve imparatorluğun olumlu hedeflere yönlendirilmesinde Hacı Bayram-ı Veli’nin ve daha binlerce mâneviyat ulularının, gazi dervişlerin hayırlı katkıları rahmet ve minnetle anılması gereken hizmetler olarak sıralanabilir

İnançta Türk alimi Mâturidi’ye, uygulamada Türk alimi Ebu Hanifî’ye, tasavvufta Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’ye dayanan Türk Müslümanlığı’nın günümüzde stratejik bir değer kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Arap ve Far Müslümanlığı’ndan beslenen ve küresel hegemonların yeni dünya tasarımında birer alet gibi kullanılan terörist gruplar; “barış, huzur ve sevgi” dini olan İslâm’ın, “inanma” ihtiyacı içindeki insanlıkla buluşmasına ve kucaklaşmasına engel olmaktadırlar. Meydana gelen bu olumsuzluk, görüldüğü kadarıyla, Türk Müslümanlığı anlayışı ile ortadan kaldırılabilir. Çünkü bu anlayış ve yaşayışın özünde insanlığın aradığı evrensel huzurun beslenip güç alacağı ana kaynaklar potansiyel olarak yeteri derecede mevcuttur.

Dipnotlar

1S.Ahmet Arvasi; Türk-İslâm Ülküsü, Cilt: 1, Burak Yayınevi, İstanbul.
2 Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi.
3 El-Fatır Süresi, Ayet 15
4 El-Rum Süresi, Ayet 30
5 Sait Başer; Gök Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmâü'l-Hüsna Açısından Bakış, İstanbul, 1991.
6 Sait Başer; Kutadgu Bilig'de Kut Ve Töre'den Sevgi Toplumuna, Ankara,1990.

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

100 AKP Gerçeği

Not: Buradaki tüm maddeler, doğruluğu araştırılarak hazırlanmış, bu konuda hassas olunmaya çalışılmıştır. İftiracı konuma düşmekten Allah'a sığınırız.

1. Başbakan Erdoğan bir Amerikan gazetesine yazdığı makalede Irak'a savaşmaya giden ABD'li askerlere dua etti:

"Irak'ta savaşan ABD'li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz."

"We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible."
By Recep Tayyip Erdogan
The Wall Street Journal
March 31st, 2003

2. Dışişleri Bakanı Gül

"Dünya barışı için, barışı korumak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir .

"dedi. (
http://www.milliyet.com/2006/05/16/siyaset/siy03.html )

3. Yirmibeş İslam ülkesinin sınırlarını değiştirip hepsini Irak gibi yapma projesi olan ABD kaynaklı BOP'la ilgili Sayın Gül'ün görüşü:

"Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygun. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek."

(
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181295 )
Not: Vatandaşlarımızın % 72'si BOP'u tehlikeli görüyor.(25.07.2004 – Yeni Şafak)

4. Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın diyor ki:

"Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim, büyük zevk duyuyorum."

(II. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri cilt:2 sayfa:375)

5. Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı yapılan Sayın Mehmet Aydın, İslam dinini Müslüman olmayanlara tebliğ etmeye 'en DİNSİZCE hakarettir' dedi:

"Bazı müslüman kardeşlerimiz diyor ki yahu bir fırsat düştü, müslümanlığı anlatalım hıristiyanlara; Allah belki hidayetini gösterir. (Diyalog çalışmalarında)… işin ucunda bilmem adam kazanmak, üye kazanmak varsa, açıkçası bu bir din mensubuna yapılacak en DİNSİZCE bir hakarettir."

(II. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri cilt:2 sayfa:322)

6. ABD Savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfowitz:

"Biz Irak'a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesaret vermiştir."

(Irak işgalinden üç ay önceki Türkiye ziyareti esnasında yaptığı açıklamadan.)


7. Erdoğan, AJC örgütünden bugüne kadar "cesaret ödülü" alan 10 kişi içinde Yahudi olmayan tek kişi.

Tayyip Erdoğan'a "cesaret ödülü" veren "American Jewish Congress" (AJC) adlı kuruluş, WJC'ye bağlı. Theodore Herzl tarafından Dünya Musevilerini bir "ulusal yurda" kavuşturma amacıyla 19. yüzyıl sonunda kurulan "World Jewish Congress" (WJC) İsrail devletini kurmakla amacını gerçekleştirmiş bir Yahudi teşkilatıdır.

Daha önce AJC tarafından 10 kadar kişi ödüle lâyık görülmüştü; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan. Listede İsrail'in önemli bütün başbakanları var. Türkiye başbakanına bu ödülün verilmesi de, verildiği mekân da anlamlı: HSBC bankasının New York merkezi... (
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/05/tkivanc.html )


8. Bush, Erdoğan'a "Sen ne harika bir adamsın" dedi. (You are a great man) Kasım 2004

9. Çeçenler Rusların dilinde terörist. Erdoğan 3 Kasım seçimi sonrası AKP genel başkanı olarak 170 kişilik heyetle ziyaret ettiği Rusya'da teröre karşı işbirliğinden söz etti.

10. Erdoğan genel başkan sıfatıyla gittiği Çin'de de şöyle dedi:


"Tek Çin anlayışını destekliyoruz. Çin'in toprak bütünlüğü konusunda Türkiye'nin herhangi bir tereddüdü yok, saygısı vardır. Terörün dini, milleti, ırkı olamaz."

(Çin, işgal ettiği Doğu Türkistan'ı kendi toprağı sayıyor. Özgürlük mücadelesi veren 30 milyon Uygur Türkü kardeşimize de terörist diyor. Tayyip Bey'in sözü bu manada nasıl değerlendirilecek?)

(Tayyip Erdoğan, diline pelesenk olduğu üzere, Pekin'de de "Han, Mançur, Moğol, Doğu Türkistanlı, Tibetlisi ile Çin bir büyük mozaiktir. Bu da büyük zenginliktir" demeliydi (!) alıntı)

11. Yurtdışı turları ve ilginç temasların ardından Erdoğan, milletvekili oldu. Aradan dört buçuk yıl geçmesine rağmen AKP "Acil Eylem Planı"nı bile tatbik edemedi.

12. Kuzey Irak'ta askerlerimizin başına çuval geçirildi. Buna ciddi hiçbir tepki gösterilemedi.

13.Üstelik ağır ve ciddi çuval olayı sonrası "ABD'ye nota verecek misiniz?" sorusuna başbakan şöyle veciz(!) bir cevap verdi:

"Bu müzik notası değil. Öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır."
(
http://www.hurriyet.com.tr/agora/article.asp?sid=1&aid=2257 )

14. Erdoğan'dan enteresan bir açıklama:

"Amerika'nın düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi; Diyarbakır işte bu proje içinde bir yıldız, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım."

(15 Şubat 2004, Kanal D, Teke Tek Programı) 18.02.2004. Hürriyet Gazetesi, sayfa: 20.

15. Sözde Ermeni Soykırımı meselesinde Dışişleri bakanlığı, yetersiz kaldı. Üstelik Sözde Ermeni soykırım yasasını kabul eden ülkelere yenileri eklendi: İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Litvanya (2005), Arjantin (2006)…

16. 1 Mart Tezkeresi reddedilmesine rağmen, bir genelgeyle, ABD'nin savaş araç-gereçleri Türkiye üzerinden nakledildi.

17. İsrail'in talebiyle ve onun güvenliği için, kamuoyuna rağmen Lübnan'a asker gönderildi.

18. Başbakan Erdoğan, İspanya Başbakanıyla beraber Medeniyetlerarası İttifak(!?) eşbaşkanı oldu.
(Medeniyetler arası ittifak, Dinlerarası diyaloğun diğer bir ismidir.Gösterilen tepkiden dolayı, medeniyetler arası ittifak ifadesi kullanılıyor.)

19. Başbakan Erdoğan, BOP'un da (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanı oldu. İkinci başkan, Bush.

20. Erdoğan, Gül ve bakanların baskısına rağmen 1 Mart tezkeresine 'hayır' diyen milletvekilleri, 22 Temmuz seçiminde aday gösterilmediler.

21. Tezkereye 'evet' denmesini isteyen Erdoğan "Her zaman

'hayır'da hayır yoktur. Rahat olun, gelişmeler kontrolümüzde"

dedi.

22. Erdoğan, tezkere geçse de geçmese de ABD'nin harekatta kararlı olduğunu belirterek, Türkiye'nin 2003 yılı içinde 73 milyar dolar borç ödemesi olduğunu söyledi ve tezkerenin çıkmaması halinde Türkiye'nin ekonomik olarak çok sıkıntıya gireceğini ifade etti.
(Hatta Erdoğan'ın "Tezkereye hayır diyen, bana hayır demiş olur"… "Tezkere geçmezse memur maaşlarını ödeyemeyiz" dediği ifade edildi.)

23. Devlet Bakanı Ali Babacan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, tezkerenin yararlarını sıraladı:

"ABD ile her platformda stratejik ortaklığımız artarak gelişir."
(Irak'a ve Iraklılara yapılanlar da mı?)

24. AKP önderleri tezkerenin geçmemesi durumunda olacakları da hatırlattılar:

"Tezkereyi reddetmemiz Müslüman ülkelerden destek bulsa da dünyada etkili bir güce sahip olan Yahudi lobisinin desteğini kaybederiz."

25. Irak savaşında ABD'ye verilen destek, KREDİ pazarlığına dönüştü.

Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Başbakanlık'a giden Dışişleri Müsteşarı, ABD Büyükelçisi Pearson'ın getirdiği ABD önerilerini hükümetin onayına sundu.
(
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=66614 )

· Türkiye'nin asgari "6 milyar dolar hibe", "20 milyar doları bulan kredi" ve "ticaret desteğini" içeren seçenek üzerinde durduğu, bu seçeneğin hibe bölümünü artırmak üzere pazarlık ettiği öğrenildi.
· 92 milyar dolarlık bir kayıp faturası gündeme getiren Ankara, 2003'te 25, sonraki dört yılda 15-17 milyar dolar desteğe ihtiyaç duyulabileceğini belirtti. ABD, Türk ekonomisini ayakta tutma güvencesi verdi.

26. CIA'nin işkence uçakları hava sahamızı ve hava limanlarımızı kullandı. (
www.aksiyon.com.tr )

27. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül açıkladı:

"Irak savaşında ABD , İncirlik'i kullandı ve buradan 4 bin 990 sorti gerçekleştirdi."

(Vecdi Gönül'ün "Los Angeles World Affairs Council" adlı kuruluşun düzenlediği konferansta yaptığı "Avrasya'da değişen güvenlik ortamı ve Türkiye'nin stratejik önemi" konulu konuşmasından.) AA

28. Erdoğan ve Gül, 29 Ekim 2004 tarihinde AB Anayasası'nı imzaladılar. Nerede?

"Bütün Türkler yok edilmeden Hristiyan dünyası rahat etmeyecek."

diyen Papa Cixtus'un (1585-1590) heykeli altında, manevi huzurunda…

29. AB müzakere haberi, Kızılay'da gündüz gözüne havai fişeklerle kutlandı.

30. Erdoğan

"Küresel sorunlarla mücadelede dünyanın ABD'ye ihtiyacı olduğunu; Türkiye ile ABD'nin temel hedeflerinin örtüştüğünü"

söyledi. (
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2005/HAZIRAN/11/p01.html )

31. AKP milletvekili Ömer Çelik, kadınları tecavüze uğrayan ve ülkesi işgal edilmiş Iraklı direnişçilere: "Katiller sürüsü!" dedi. (21.08.2004 – Vakit)

32. Erdoğan'ın danışmanı Cüneyd Zapsu, Amerikalılara Tayip Erdoğan hakkında, "Bu adamı kullanın!" dedi.

İşte American Enterprise Institute adlı düşünce kuruluşundaki konuşmanın teyp kaydı:

" This man is an honest man. And he has his own beliefs and he is true to his beliefs. Please try to... I'd say "exploit"(sömürmek,istismar etmek, kendi çıkarına kullanmak) is a bad word, but kullanmak or use... (Zapsu burada Türkçe kullanmak sözcüğünü telaffuz ediyor ve İngilizce nasıl denir anlamında dinleyicilere bakıyor ve bir Türk dinleyicinin hatırlatması üzerine sözlerine devam ediyor) take advantage of this man. Because this person has so much credibility, because of his own beliefs in the Muslim world and he believes in the Western style democracy. I think instead of pushing him down, putting him to the drain, use... Here and in Europe you should take advantage of that. This is my offer... "
(
http://www.milliyet.com.tr/2006/04/12/siyaset/axsiy02.html )

33. En büyük ortaklarından biri Yunan Kilisesi olan National Bank af Greece(NBG), ülkemizden banka satın aldı. ( Fakat aynı Yunanistan, Ziraat Bankası'nın Atina'da şube açmasına izin veriyor mu?)

34. Başbakan Erdoğan; "etnik, coğrafi ve dini temele dayalı ekonomik birliktelikleri, küreselleşme sürecinin reddettiği bir durum olduğu için, doğru bulmadığını" söyledi.Etnik denilen: Orta Asya Türk Devletleri. Coğrafi denilen: Komşularımız. Dini denilen: İslam Ülkeleri… (AB ile ABD bize yeter denilmek mi isteniyor?)

35. 4928
No.lu ve 15.07.2003 tarihli Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'da 'cami' kelimesi 'ibadethane' olarak değiştirilerek apartman kiliselerinin önündeki yasal engel kaldırıldı.
(25173 sayılı Resmi Gazete - Yayın tarihi:19 Temmuz 2003 Cumartesi)

36. Van Akdamar Kilisesi'nin onarımını Başbakan gizlice denetledi. ( Peki ama niçin gizli?..)

Erdoğan, Hakkari'den Van'a gelirken beklenmedik bir şekilde Van Gölü üzerindeki Akdamar Adası'na indi. Görevli bekçinin dışında hiçbir yetkilinin bulunmadığı adaya konan helikopterden inen Erdoğan ve beraberindeki bakanlar, Ermeni Kilisesindeki restorasyon çalışmalarını inceledi.

Hakkari'den havalanan diğer 2 helikopter, Van Ferit Melen Havaalanı'na inerken protokol üyeleri bir süre Erdoğan'ın içinde bulunduğu diğer helikopteri bekledi.
(Yetkililer, Başbakan'ın Akdamar Adası ziyaretiyle ilgili ısrarlı soruları cevapsız bıraktı.)
21.11.2005

· Bu denetlemeden 16 ay sonra (Kur'an Kursu yıkımından 5 gün önce), onarılan kilisenin açılışı gerçekleştirildi.
3 yıl süren bu kilise tamiratının yaklaşık 3milyon YTL'ye (3 trilyon lira) mal olduğu belirtildi.

37. "Kur'an Kursu Yıkımı" ülke tarihinde bir ilk oldu.

Tarih: 3 Nisan 2007 ( Mevlid kandilinden 3 gün, Akdamar Kilisesi açılışından 5 gün sonra…)
Yer: Kasımpaşa ( Sayın Erdoğan'ın mahallesi…)
· Yüzlerce polisin hazır bulunduğu yıkımda cemaate biber gazı sıkıldı.
· Yıkımı Beyoğlu Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekipleri yaptı.
· Büyük Piyale Kur'an Kursu, "yürütmeyi durdurma kararına rağmen" yıkıldı.
(30 günlük yürütmeyi durdurma kararı: İstanbul 5. İdare Mahkemesi. Esas No: 2007/647)
· Tüm ısrarlara rağmen yıkım için okullar kapanana kadar (2 ay) beklenmedi.

38. Kur'an Kursu Yıkımına şöyle gelindi:

· "Piyalepaşa Câminin etrafının açılması için Anıtlar Kurulu'nun kararıyla kursun kaldırılacağı" bildirildi.
· Dernek mensupları, aylar süren koşturmacayla ilgililerle görüştüler. "Bu kursta 1959'dan beri binlerce talebeye hizmet verildiğini, yıkımın yanlış olacağını, kendilerine proje ve imkân verilirse, kursu, câminin mîmârî yapısına uygun hale getireceklerini"


söyledilerse de kabul ettiremediler.

39. Yıkımla ilgili tavırlar gittikçe sertleşti. Önce çözümden bahseden Bakan Mehmet Ali Şahin sonra tavrını değiştirdi. Zira parmaklar yukarıları işaret ediyordu. Şöyle ki:

· Dernek mensupları, vakıfların kendisine bağlı olduğu Bakan Mehmet Ali Şahin'le görüştüler. Bakan Bey, derhal İstanbul Vakıflar Bölge Müdürü'yle görüştü. Görüşme bittikten sonra da dernek mensuplarına, "Kur'an kursunun yıkımının yanlış olacağını" söyledi ve "Rahat olun" deyip uğurladı.

· Ancak Bakan Bey, daha sonra İstanbul'a bir geldiğinde, "Kur'an kursu binasının câmiyi kapattığını" söylüyordu.

40. Kur'an Kursunu yıkanlar, kursun kaçak olduğunu söyleyerek kamuoyunu yanılttılar.

"Derneğe başka bir yer gösterdik kabul etmediler "

yalanını söylediler. İşte o yerler (!):

· Sinan Paşa Câmii'nin avlusundaki tamamlanmamış bina.

(Hem burası hakkında da yıkım kararı vardı; hem de yıkımdan sonra burayı da vermeyeceklerini söylüyorlardı)

· Kulaksız'daki Okçular Tekkesi ile Okçular Tekkesi'nin yanındaki top sahası.

(Bu iki yer daha önce Beyoğlu Belediyesi'ne verilmişti. Belediye "Buraya çivi bile çaktırmam" diyordu.)

· Sütlüce'deki Elif Tekkesi (Büyükşehir Belediyesi burayı da kesinlikle vermeyeceğini söylüyordu.)

41. Kur'an Kursunu yıkanlar KUL HAKKINA ne kadar dikkat ettiklerini göstermiş oldular.
Çünkü Kur'an kursunun bulunduğu vakıf arsası, dini ilimlerin okutulması için vakfedilmişti.
Vakfın dini hükmü şudur : Bir yer, ne şartla vakfedildiyse kıyamete kadar o iş için kullanılır.Vakfedenin istediği şart, Allah'ın emri gibidir…

Bu vebalin altından kim kalkabilir?
Yıkılan Kur'an kursunun ne için yapıldığı hakkında tarihi kayıt: "Piyale Mehmed Paşa; cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi, türbe, çarşı, hamam ve sebilden kurulu bir külliye yaptırmıştır." (Beyoğlu Belediyesi Web Sitesinden)

42. İçişleri Bakanlığı'nın emri ile, Papa Jean Paul'ün ölümü dolayısıyla tüm yurtta bayraklar yarıya indirildi. İçişleri Bakanlığı, 8.4.2005 Cuma günü tüm resmi dairlerde gündoğumundan-günbatımına bayrakların yarıya indirilmesini istedi.

Emir örneği için: (
http://www.istanbul.gov.tr/images/docs/emir.doc )

· Papa için Rusya'da bile bayraklar yarıya inmedi (!?) (Ortodokslar ya, o yüzden indirmemişlerdir…)
· Diyanet İşleri Başkanımız vefat etse hangi ülke bayrağını yarıya indirir?
· Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanı vefat etse AKP bayrakları yarıya indirtir mi?
· Laik bir ülkede müslümanlar aleyhine Papa için bu ayırım niçin yapılır?
· Milli sembolümüz olan bayrağımızın yalnızca bir dinin ruhani lideri için yarıya indirilmesi, o dini kayırma anlamı taşımıyor mu?

43. Yeni Papa 16. Benedict'in sevgili Peygamberimiz'i eleştiren sözlerine ciddi bir karşılık verilmedi.
· "Muhammed kılıçla din yaymaktan başka ne yapmıştır…" sözünün alıntı olduğunu söyleyen papaya, hiçbir yetkilimiz "SAYIN PAPA, ÖYLEYSE PEYGAMBERİMİZLE İLGİLİ SİZİN GÖRÜŞÜNÜZ NEDİR?" diyemedi.

44. Önce Papa'yla görüşmeyeceğini söyleyen Başbakanımız, aksine Papa'yı uçağın merdivenlerinde karşıladı.

45. Erdoğan, "Yahudi karşıtlığı utanç verici bir akıl hastalığının tezahürüdür, katliamla sonuçlanan bir sapkınlıktır" dedi. (
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2005/HAZIRAN/11/p01.html )
Sorulmaz mı: İslam karşıtı papayı düşmanca konuşmasının ardından uçak merdiveninde karşılamak nedir?

46. Orman Bakanı Osman Pepe'nin danışmanı Tacettin Ural, yazmış olduğu kitaba "Papa Bir Puttur" ismini verdiği için bizzat Bakan tarafından istifa ettirildi.

47. AKP iktidarı, Danimarka'da yayınlanan ÇİRKEF KARİKATÜRLERE gereken tepkiyi gösteremedi.

48. Eyüp Belediyesi'nin Pierre Loti Kahvesinin bulunduğu tepeye "Eyüp Sultan Tepesi" adı verilmesi teklifi, Büyükşehir Belediye Meclisi ve Kadir Topbaş tarafından reddedildi. (14.02.2007 – Zaman)

49. Kapalıçarşı'da, Başkan Topbaş'ın misafiri yabancı belediye başkanlarına ilahi eşliğinde içki ikram edildi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, ev sahipliğini yaptığı 4. Dünya Belediye Başkanları Zirvesi'nde toplantıya iştirak eden belediye başkanlarına 14.04.2007'de Kapalı Çarşı'da yemek verdi.

Birlikte Yaşamak Konseri adı altında 'Demedim mi demedim mi? Gönül sana söylemedim mi?' 'Allahu Allah' ve 'Aşkın Ateşinde Yanalım Dost Dost' isimli ilahiler söylenirken içkiler de su gibi aktı.

İslam ülkelerinden gelen Suudi Arabistan'ın Uhud Belediye Başkanı, İran'ın Tebriz Belediye Başkanı, Sudan, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerden gelen belediye başkanları yemeklerini tamamlamadan Kapalı Çarşı'dan ayrıldı.

50. Erdoğan 2002 seçimi öncesi Of'ta şöyle dedi:

"Türkiye'de 30'a yakın etnik grup ve 4 hak dine mensup herkesi kucaklıyoruz".
(
http://www.yenisafak.com/arsiv/2002/temmuz/12/p3.html )

Erdoğan birden fazla hak din ifadesini 3. Din Şûrâsı'nda da tekrarladı:

"Bütün gerçek din ve inançlar, insanlığı hayra, iyiliğe, güzelliğe çağırmıştır."

(21/9/2007 Vakit)

(Halbuki Kur'an'a göre tek hak din İslamdır. Bütün peygamberler İslam peygamberidir.)

Kur'an'da Hz. İbrahim için "Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir MÜSLÜMANDI" deniyor. (Âli İmran, 67)

Yine Şûrâ Suresi 13. ayette İbrahim, Musa ve İsa peygamberlere gönderilenle peygamberimize gönderilen dinin aynı olduğu ifade edilmektedir.

Birden fazla hak din olduğu söylense de:

"Allah katında din İslam'dır" (Âli İmran, 19)

51. Antalya'da Dinler Bahçesi açıldı. (Aralık 2004)

52. Şanlıurfa'ya da "Dinler Parkı" açmaya kalktılar. Urfalıların Dinler Parkı'na tepki göstermesi üzerine proje "Halepli Bahçe" adıyla değiştirildi.

53. Müslümanları belirli mahfillere şikayet eden Tayyar Altıkulaç'ı milletvekili ve TBMM Milli Eğitim Komisyonu başkanı yaptılar.

(Altıkulaç'ın şikayetlerinin yer aldığı belge: Kenan Evren ve Konsey üyelerine sunulan Diyanet İşleri Başkanlığı Brifingi 1981, sayfa:77-80.)

54. İslami cemaatlerden kopan ve onlarla mücadeleye girişen bazı kişiler seçimlerde liste başı yapıldı. Hemde seçmen desteği olmamasına rağmen ve kitleleri küstürmek pahasına.
Bunlardan bazıları, aday adayı dahi olmadıkları şehirlere kontenjandan yerleştirildi.
Bu adayları istemeyenler; telefon, faks, mektup yoluyla tepkilerini AKP genel merkezine iletti; ama nâfile…

55. Camilerden elektrik ve su parası alınmaya başlandı. ( Oysa kiliseler bu parayı ödemiyor. )

İlginç olan, önceki hükümetlerin çekindiği bu uygulamaya AKP'nin 2005 yılında başlaması.
Derneği olan camiler, şu anda faturalarını ödemeye çalışıyor. Peki kiliseler ibadethane değil mi, niçin ödemez?

56. Yüzlerce talebe yurduna mülkiyetine bakılmasızın el koymak için yasa teklif edildi. Vakıf, dernek, hatta şahsa ait binaları işgal anlamına gelen korkunç maddeyi, tepkiler üzerine tasarıdan çıkarmak zorunda kaldılar.

( Tasarı yasalaşsaydı bu YURTLARI boşaltmayan kişi ve dernekler, mülki idare tarafından 3 ay içinde tahliye edilecekti.) (
www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanuntasarilari/101-1262.doc )

"Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı"

Madde 35
· Bu yasa teklifini cumhurbaşkanlığı ile ilgili MAĞDURİYET EDEBİYATI'na sebep olan süreçte verdiler.

(Birileri (!) AKP ile uğraşırken, "Bildiri mağduru(!) AKP"nin vazifesi dindar kesimle uğraşmak mı olmalıydı?)

57. AKP, gömleğini çıkardığı Milli Görüş'ü de terör listesine almıştı. ( Tabii ki yanlışlıkla!)

4 Nisan 2003 Cuma günü hükümet,

"Türkiye-Almanya Arasında Terörizm, Örgütlü Suçlar ve Büyük Önemi Haiz Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması"nı

onaylanmak üzere Meclis'e sevk etti.

11 maddelik bu anlaşmada "Milli Görüş Teşkilatı" terörist örgütler arasında sayılıyordu.
Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC) İçişleri Bakanı Dr. Otto Schily'nin 3-4 Mart 2003 tarihindeki Ankara ziyaretinde bu anlaşma karşılıklı imzalanmıştı. (Bir bakanımız, anlaşmayı okumadan imzaladığını söyledi.)Eh, gözden kaçmış…

58. Genelkurmay başkanı Özkök "İslam devleti de, İslam ülkesi de değiliz" dedi.
Başbakan yorumladı: "Kendi düşüncelerini söylemiş." (Ama başbakanımız kendi görüşünü açıklayamadı.)
(Harp Akademileri Komutanlığı Yıllık Değerlendirme Konuşması, 20 Nisan 2005, Hilmi Özkök)

59. Erdoğan, yeni AKP genel merkezindeki motiflerin Yahudi sembollerine benzediğini kabul etti:
"Ankara Selçuklu medeniyetinin yansımaları olduğu bir ilimiz. Ayrıca Osmanlı'dan da mimari uslüba bağlı kaldık, bunun yanında cumhuriyet çizgilerini katarak bu hale getirdik. Selçuklu yıldızları, Yahudi yıldızlarını da çok andırıyor."
(
http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=248953 )

60. AKP'li Belediye Başkanı Kadir Topbaş:

"Ayasofya turizme açılmış, tekrar camiye çevirelim demek gereksiz bir polemik."

dedi. (29 Şubat 2004 – Pazar Postası)

61. Erdoğan, Rotaryen toplantısına katılan ilk başbakan oldu.
· Ali Babacan da masonik bir kuruluş olan Bilderberg toplantısına katıldı.
Vakit Gazetesi, 17.05.2003 (Yorum yok; çünkü orada neler konuştuğunu bilmiyoruz…)

62. 'AKP, sulandırılmış İslam projesiyle geldi' iddiasını haklı gösteren bir olay:
Başbakanın başdanışmanı Cüneyt Zapsu'nun eşi, kadın-erkek aynı safta namaz kıldı.
Beyza Zapsu "Cuma'yı ben kıldırayım. Türkiye'de bir ilk olsun." dedi.

63. Türkiye'de ilk defa Siyonizm konferansı yapıldı. Theodor Herzl, Milli Kütüphane'de anıldı. (7.12.04 – Vakit)

64. AKP'li belediye başkanı Kadir Topbaş, Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Masonlar Locası'nın toplantısına katıldı. ( 14.12.2004 – Vakit)

65. Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Masonlar Locası'nın üstadı Asım Akin 22Temmuz'da AKP'yi destekleme emrini masonlara tebliğ etti. Bu, uluslararası bir talepti. İşte masonların gerekçeleri:

"Şayet AKP'nin önü kesilirse, sıcak para ülkeyi terk eder ve ekonomik kriz gündeme gelir."
(
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=6721 )

66. AKP'li Bülent Arınç, Rotaryanlara "Siz veren elsiniz, öpülecek elsiniz" dedi. Rotary rozeti takan Arınç, plaketini 2430. bölge Guvernörü'nün elinden aldı. ( 18.052003 – Vakit)

67. Türkiye Ermenileri Patriği II. Mesrob, 22 Temmuz seçimlerinde AKP'yi destekleyeceklerini açıkladı. (
http://www.yenisafak.com.tr/politika/?q=1&c=2&i=48782&Ermeni/Cemaati/se%C3%A7imlerde/Ak/Partiyi/destekleyecek )

68. AKP'li Beyoğlu Belediyesi tarafından hazırlanan "Kültürleri Buluşturan Kent 22" adlı kitapta, alkollü içki teşvik ediliyor. ( 18.02.2004 - Vakit)

69. Umuma açık içkili yerlerin okullara uzaklığı 200 metreden 100 metreye indirildi. Turizmi teşvik kapsamında olan yerlerde ise mesafe şartı aranmayacak. (4.4.2004 – Türkiye)

70. AKP'den bir ilk: Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali'ne onay verildi. ( 27.09.2004 –Vakit)
"Outistanbul 1. Uluslararası İstanbul Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali"

71. Aile Sağlığı adı altında bazı okullarda "eşcinsellik" dersi verildi. Tepki gelince uygulama durduruldu. (16.03.2007 – Zaman)

72. Türkiye'nin ilk eşcinsel oteli açıldı. (31.05.2007 – Posta)

73. AB mevzuatına uygun Türk Gıda Kodeksi yayınlandı. "Çiğ Kırmızı Et ve Hazırlanmış Kırmızı Et Karışımları Tebliği" Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. (
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4716801_p.asp )
· Domuz ve yaban domuzu kasaplık hayvanlar arasına alındı.

74. AKP'nin meclisten geçirdiği TCK'nın 230. maddesi:

"Aralarında evlenme olmaksızın dini nikah yapanlar, 6 aya kadar hapisle cezalandırılırlar." (2004)

· Peki ya nikahsız yaşayanlar? Cezası yok, çünkü: "Zina suç olmaktan çıkarıldı." (2004)

· Iğdır valisi açıkladı: "Fuhşun suç sayılmaması ve yaygınlığı yüzünden namuslu kadınlarımız neredeyse sokağa çıkamaz hale geldi." ( 23.11.2005 – Vakit)

75. Başbakan "Çocuğum işsiz" diyen vatandaşı

"Senin çocuğun da işsiz kalsın! Otur, otur! Bana kişisel sorunlarını getirme…"

diye azarladı. (AKP Keçiören İlçe Kongresi)
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=182616
· "Lan…Sus…Hadi ananı al git buradan!" diyen başbakanın arkadaşları da benzer üslupla konuştular:

Tarım Bakanı, çiftçilere hitaben: "Gözünüzü toprak doyursun." dedi.
Maliye Bakanı: "Babalar gibi satarım." dedi.
AKP Urfa Milletvekili, sel mağduru vatandaşı şöyle azarladı: "Fazla konuşma!"

76. Zaman zaman "Savcılar ne güne duruyor?" diye yakınan AKP yönetimi, Şemdinli davası savcısını harcadı. (Adalet Bakanı tarafından HSYK'ya sevk edilen savcı Sarıkaya, meslekten ihraç edildi.)

77. Erdoğan'ın talimatıyla 2006 yılında yargıç ve savcılara %50'ye varan oranlarda zam yapıldı.
(Asgari ücretliler "AKP çekindiği kurumlara mı zam yapıyor?" diye sormaya başladı.)

· Daha yakınlarda AKP'ye gereken teşekkürü(!) yapan Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu'yu arayan Bülent Arınç zam müjdesini şöyle vermişti: "Tasarı hazırlandı. Komisyonlardan hızlı şekilde geçirilip, en kısa sürede Genel Kurul'dan geçirilecek." (
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4495113.asp?m=1&gid=69 )

78. Başbakan Erdoğan, İHL ve meslek liseleri hakkında "Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz" dedi.
Birlik Vakfı'nca İstanbul Grand Cevahir Oteli'nde düzenlenen 'Meseleler ve Çareler' konulu sempozyum. (
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/07/04/siy105.html )

79. Din Kültürü kitaplarına Hz.Musa'nın, Hz. İsa'nın ve Sevgili Peygamberimizin resimleri kondu. (2004)

80. Din Kültürü kitaplarında mezhep sayısı 4'ten 5'e çıkarıldı.
(Bakınız: Orta Öğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı 11. Sınıf, MEB Yayınları, İstanbul-2006, sayfa 65, İslam Düşüncesinde Ameli-Fıkhi Yorumlar)

81. Din Kültürü kitaplarına göre, mezheplere gerek yok.
(2005'ten beri okutulan 8. sınıf Din Kültürü Kitapları, Dinde Anlayış Farklılıkları/Mezhepler bölümü.)
Bazı kitaplarda bu görüş yumuşakça (!) ifade edilse de ilköğretim öğrencisinin kafasını karıştırmaya yetiyor.

82. Okullara gönderilen genelge ile Kuran-ı Kerim'de geçen bazı kelimelerin kullanılması yasaklandı: cemaat, cihad, fetva, halife, hicret, imam, imamet, kafir, medrese, mücahid, mümin, münafık, şehadet, şehit, şeriat, şirk, tağut, tebliğ, tekke, tevhid… Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı'nı sözkonusu genelgeyi göndermekle görevlendirdi. (
http://arsiv.sabah.com.tr/2005/01/13/gnd106.html )

83. Sekizinci sınıf Din Kültürü kitabının namaz tarifinde, bayanlar için "başı yarı açık" resim kullanıldı.
Aynı kitabın 91. sayfasında cemaatler için : "Bunlar tarikatlar gibi insanların din ve vicdan özgürlüğünü, ulusal birlik ve beraberliğini ortadan kaldıran gruplardır" ifadesi kullanıldı.

84. Bazı köylerde ilköğretim 1. sınıf öğrencilerine dağıtılan okuma-yazma öğreniyorum kitaplarında 13 ve 15. sayfalarında haç işareti bulunan, 3 çocuğun kilisede aldığı eğitimi ve kilise dualarını gösteren fotoğraflar kullanıldı. (MEB-TTKB'nin 12.07.2004 tarih / 115 sayılı onayını taşıyan AB destekli bu kitaplar, ücretsiz dağıtıldı.)

85. 2005'te onaylanan 5. sınıf Din Kültürü kitaplarında "Kelime-i Tevhid, Lailâhe illallah'tır" deniyor. ("Muhammedur-rasûlullah" ifadesine yer verilmiyor.)

(AB projelerini ve ders kitaplarındaki değişimi düşündüğümüzde "Muhammedur-rasûlullah" bölümünün yazılmaması, her şeyi anlatıyor. "Muhammedur-rasûlullah" ifadesi; Hz. Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğunu söyleyen Müslümanları, Hz.İsa'yı rab ve oğul kabul eden Hıristiyanlardan ayırır. Bunu kaldırmak hangi düşünceden ileri gelir?)

86. Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in başörtüsü sorununa bakışı:

"Başörtüsünü sorun sayanların sayısı yüzde bir buçuktur. Halk hangi konuların öncelikle çözülmesini istiyorsa biz hükümet olarak bu sorunlara odaklandık. Bizim gündemimizde halkın sadece yüzde 1,5′inin gündeminde olan bir konu öncelikli olarak yoktur. Olması siyaseten de yanlıştır."
24.05.2006 – Milliyet (
http://www.milliyet.com.tr/2006/05/24/resim/birincisayfa.jpg )

87. Erdoğan, başörtülüleri 3-5 ağaca benzetti:

"Yani burada bizim bireysel özgürlük anlayışlarımız eğer genel özgürlük anlayışının önüne çıkarsa herhalde yanlış yaparız diye düşünüyorum. Geneli kucaklamak durumundayız. Ormanı düşünelim, oradaki birkaç ağacı değil. Birkaç ağaç üzerinden hareket edersek yanlış yaparız. Nitekim Türkiye'de yapılan kamuoyu araştırmalarının bu konudaki neticeleri çok açık net ortadadır."
(
http://www.akpgercegi.com/category/basortusu/ )

88. Urfa'dan Ankara'ya yürüyen başörtü mağdurları Meclis'e girerken 'terörist' muâmelesi gördü. Üç kişilik heyet, polis tarafından ayrı bir odaya alınarak üzerlerindeki paradan çoraplarına kadar arandı. ( 6.1.05–Vakit)

89. MEB'e bağlı Yurt-Kur'un başörtülü ve sakallı fotoğraf veren öğrencilere burs vermeyeceği açıklandı. (09.10.2006 – Vakit)

90. AKP'li Kuşadası Belediyesi, hediyelik eşya dükkânı açmak isteyen bayana, başörtülü fotoğrafla başvurduğu için ruhsat vermedi. (
http://www.stargundem.com/news/11299.html )

91. Meclis kitabında dedesinin sarıklı fotoğrafını gören AKP milletvekili: "Benim dedem sarık takmazdı; aydın bir insandı" dedi. ( 01.05.2004 – Vatan) (Sarığı karanlık sembolü görenler, başörtüsü için ne düşünür?)

92. Bülent Arınç: "Başörtü meselesi bizim namus meselemizdir. Bu sorunu çözmek bizim namus borcumuzdur." demişti. (Kahramanmaraş mitingi – 2002)

· Arınç:"Başörtüsü sorunu çözülecektir; ama demokrasi çerçevesinde ve zamanı geldiğinde."(28.12.04– Vakit)

93. Başbakana örtü mağdurlarından mektup: Sözünüzü tutun. (23 Nisan 2004 – Vakit) (Bu mektuba hâlâ cevap verilmedi.)

94. Öğrenci affı getirildi. Yani zamanında başını açmadığı için okullarını bitiremeyenlere bir fırsat (!) tanındı. Peki nasıl mezun olacaklardı. Erdoğan, sorunu çözdü: "Peruk taksınlar girsinler." (
www.haber7.com/haber.php?haber_id=237241 )

95. Abdullah Gül, YÖK'ün kurucu başkanı olan ve üniversitelerde başörtüsü yasağını başlatan İhsan Doğramacı'ya 2007 Meclis Onur Ödülü verilmesini teklif etti. (17.02.2007 – Zaman)

Bülent Arınç da Doğramacı'ya telefon ederek ödülün kendisine verileceğini müjdeledi.

· Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Gül'ün teklif ettiği ödül, daha sonra Gül tarafından takdim edildi.
(
http://www.sabah.com.tr/2007/05/31/haber,06DCCD2256774F55BD39882429EF5F05.html )

96. Şubat 2003'te "Benim bu davayı geri çekmem bütün kadınlara hakaret olur" diyen Hayrunnisa Gül, bir yıl sonra AİHM'deki başörtüsü şikayetini geri çekti. (3 Mart 2004 – Vakit)

97. Abdullah Gül, Ahmet Vakur Gökdenizler'i Denizcilik-Havacılık genel müdür yardımcılığından büyükelçilik statüsüne yükselterek Montreal'e daimi temsilci olarak atadı. (30.10.2006 – Vakit)

Adı pek çok skandala karışan bu kişiyi hatırlayalım: A.Vakur Gökdenizler, 1999'da Merve Kavakçı'nın ABD vatandaşı olduğunu Dallas Göçmen bürosundan öğrenerek yıldırım kriptoyla Ankara'ya bildiren kişidir.

98. Başbakan Erdoğan: "Başörtüsü konusunda hiçbir yerde, kimseye söz vermedim. Vaat etmediklerimizi, vaat edilmiş gibi gösteren, provoke edenler var." dedi. (
www.gazetevatan.com/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=05.04.2005&Newsid=50529&Categoryid=3 )

99. Başörtüsü sorunuyla ilgili vaadi olmadığını açıklayan Başbakan, Fener Rum Patriği'ne söz verdi: "Bütün sorunlarınızı çözeceğiz." (11.12.2004 – Vakit)

100. Yüz maddeye sığmayan A'dan Z'ye diğer gerçekler:
A. Yabancılara toprak satışına izin veren yasa çıkarıldı. (Dikkat: Ev, daire, bina değil; arazi satılıyor.)
B. Erdoğan, çocuk katiline "Sayın" dedi.
C. Dışişleri Bakanlığı, Ebu Garip cezaevinde işkence gören Türkler ve diğerleri için harekete geçmedi.
Ç. Şimon Peres "AKP, Türk lokumu" dedi. (
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/09/02/515570.asp ) Demek onlara göre öyle.
D. Devlet bakanı Kürşat TÜZMEN bir defile sonrası F. LOPES isimli kadınla kadeh tokuşturup şarap içti ( 10.02.2077 – Posta) Not: Bakan içki başında, başı örtülü öğrenciye öğretim yasak.
E. ATO raporuna göre son 4 yılda, yıllık ortalama 546.000 dosya, zaman aşımından düştü. (AKP'nin A'sının resmidir…)
F. Yasaklar devam ediyor:a- Başörtüsü yasağı, b-12 yaşından küçüklere Kuran öğretme yasağı…
G. AB hatırına Mardin-Midyat Bardakçı köyünün camisini kiliseye çevirmeye kalktılar.
Ğ. Kuzey Irak yönetimi AKP'yi zor durumda bırakmamak için 22 Temmuz seçimine kadar sessiz durma kararı aldı.
(İlnur Çevik ve bölgede görev yapan gazeteciler bildirdi.)
H. AKP 22 Temmuz seçim beyannamesine Başörtüsü, YÖK ve terörle mücadeleyi almadı.
I. 273 üyeli İsrail Dostluk Grubunun 173'ü AKP milletvekiliydi.
İ. Bazı AKP milletvekilleri, yolsuzluklara tahammül edemediklerini söyleyerek partilerinden ayrıldı.
J. Kıbrıs için "Çözümsüzlük çözüm değildir" diyen başbakan, "toplumsal mutabakat" diye bir şey uydurup başörtüsünü
çözümsüz hale getirdi.
(Başbakanın bizim icadımız dediği "Toplumsal mutabakat", cumhurbaşkanlığı seçiminde kullanılamadı.)
K. Misyonerliğe yasal izin verildi. (AKP'nin gerekçesi Misyonerlik faaliyetlerini denetim altında tutmakmış...)
L. Bazı müftülüklerde ilk defa orkestra eşliğinde "Kutlu Doğum" Konserleri(!) düzenlendi.
(Vatandaş sordu: Peygamberimiz bu toplantılara katılır mıydı?)
M. Ezan sesinin kısılması için genelge yayınlandı.
N. Uygun görülen yerlerde Cuma namazının son 6 rekatı kıldırılmıyor. Yer yer bu konuda kavgalar oldu.
O. Kuran öğrenimi yasağını TCK'ya koyarak; dedelerin, ninelerin torunlarına Kuran okutmasını yasak saydılar.
Ö. Bir yandan özelleştirme yapılırken bir yandan da belediye şirketleriyle yeni KİT'ler oluşturuldu!
P. Ülkemizdeki yabancı şirket sayısı 3'e katlandı.
R. Borçlu vatandaşlarımızın sayısı 4,4 kat arttı.
S. Köylüler, çiftçiler, fındık üreticileri… protesto mitingi yapacak derecede mağdur edildi.
Ş. Ülkemizin toplam borcu (iç-dış), dolar bazında 2 katına çıktı.
T. Bankacılık sektörünün % 51'i yabancıların eline geçti.
U. Resmi açılışlar ve devlet törenleri, AKP seçim mitinglerine dönüştürüldü.
Ü. "Kuraklık destek" haberini, seçim meydanından Dışişleri Bakanı açıkladı.
V. Erdoğan, parti mitinglerine başbakanlık uçağı ile gittiği için tepki çekti.
Y. 5 senedir garibanların başörtüsü için toplumsal mutabakatı bekleyen iktidar mensupları, sıra kendi eşlerine ( Cumhurbaşkanlığı seçimine) gelince bunun demokratik hak olduğunu hatırladılar.
Z. Babası dışişleri bakanı olmayan kızlar, mezuniyet törenlerine başörtüsü ile katılamadı…

www.akpgercegi.com

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

ATO'dan "Sıcak Para" raporu/ Sıcak para Türkiye'de, son 4 yıllık dönemde, 25-30 yılda elde edemeyeceği kadar getiri elde etti

Ankara Ticaret Odası'nın (ATO) hazırladığı sıcak para raporuna göre, cari işlemler açığı ve yüksek faiz oranlarından bile daha yüksek risk olarak gösterilen sıcak paranın Türkiye'de son 4 yıllık dönemde, gelişmiş ülkelerde 25-30 yılda bile elde edemeyeceği kadar getiri elde ettiği kaydedildi. Türkiye'ye 2003 yılı başında getirilerek Türk lirasına dönüştürülüp bonoda değerlendirilen 1 milyon doların, 4.5 yılda 3 milyon 265 bin dolara, borsada ise 5 milyon 690 bin dolara yükseldiği belirtildi.

Raporda, sıcak paraya dünyanın en yüksek kazancını sağlayan Türkiye'de 2002 yılı başında 6.6 milyar dolar olan sıcak para stokunun bu yıl Mayıs ayı sonunda 88.1 milyar dolara kadar yükselerek, ekonomi için en yüksek risk haline geldiği kaydedildi. Yabancıların Türkiye'de dünyanın en yüksek getirisini elde ettiği kaydedilen raporda, yastık altında tutulanlar hariç, 134.8 milyar dolar düzeyinde bir döviz tasarrufu bulunan Türk vatandaş ve şirketlerinin ise 2003 yılı başında dolara yatırdıkları 1 milyon YTL'nin, bu yıl Haziran ayı sonunda 798 bin YTL'ye gerilediği, bu sürede dolar cinsinden 3 ay vadeli mevduatta tutulan 1 milyon YTL'nin ise sadece 1 milyon 30 bin YTL olduğu ifade edildi.

Merkez Bankası döviz kurları ve İMKB Tahvil ve Bono Piyasası Kesin Alım Satım Pazarı DİBS Performans Endeksi dikkate alınarak yapılan hesaplamalarda, 2003 yılı başında Türk parasına dönüştürülen sıcak paranın, 4.5 yılda dolar bazında bonoda yüzde 226.5, hisse senetlerinde ise yüzde 469 oranında kazanç elde ettiğini gösterdiği, hesaplamaların tüm riskleri göz ardı ederek Türkiye'ye gelen küresel sermayenin aldığı bu yüksek riske karşılık çok yüksek düzeyde kazanç sağladığını ortaya koyduğu kaydedildi.

Raporda, 2002 yılı sonunda 1.635 YTL olan dolar kuruyla, 1 milyon 635 bin YTL olarak Türk parasına dönüştürülerek bu tarihten sonra 3 ay vadeli bonoda tutulan 1 milyon doların, her yılın yıl sonu kuruyla 2003 yılı sonunda 1 milyon 679 bin dolara, 2004 yılı sonunda 2 milyon 153 bin dolara, 2005 yılı sonunda 2 milyon 496 bin dolara, 2006 yılı sonunda 2 milyon 764 bin dolara yükseldiği, bu yıl Haziran sonunda ise 3 milyon 265 bin dolara çıktığı belirtildi. 2003 yılı başından Haziran 2007 sonuna kadar olan

dönemde, sürekli 3 ay vadeli Hazine bonosunda tutulan fonların Türk lirası bazında birikimli olarak yüzde 160.6 oranında getiri elde ettiği, aynı dönemde dolar kurunun ise yüzde 20.2 oranında düştüğü ifade edilen raporda, bonodan sağlanan bu yüksek getiri ve kurdaki düşüş yüzünden bononun dolar cinsinden 4.5 yıllık birikimli getirisinin yüzde 226.5 olarak gerçekleştiği kaydedildi.

Türkiye'nin, dünyanın en yüksek nominal faiz oranını uygulayarak ve parasının hızla değerlenmesine izin vererek sıcak paraya dünyanın en yüksek getirisini sağladığı, Türk vatandaşlarının Türk parasına olan güvensizliğinin ise devam ettiği belirtilen raporda, bu nedenle de döviz cinsinden tasarrufların toplam tasarruflar içerisindeki payı azımsanmayacak bir düzeyde seyrettiği ifade edildi. Türk vatandaşlarının yurt içindeki toplam döviz tasarrufları 108.1 milyar dolar düzeyinde bulunduğuna dikkat çekilen raporda, bunun 85.8 milyar dolarının mevduat bankaları ve katılım bankalarındaki döviz mevduatlarında, 3.6 milyar dolarının Hazine'nin dış borçlanma için çıkardığı Eurobondlarda, 3 milyar dolarının ise döviz cinsinden Hazine iç borçlanma kağıtlarında tutulduğu kaydedildi. Raporda, yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarının Merkez Bankası'nda 15.6 milyar dolarlık kredi mektuplu ve süper döviz mevduatı bulunduğu bildirildi. Merkez Bankası verilerine göre Türk vatandaşlarının yurt dışındaki mevduatları 2006 yılı sonunda 26.7 milyar dolar düzeyinde yaklaşık 134.8 milyar dolarlık döviz tasarrufu bulunduğuna dikkat çekilen raporda, yastık altındaki dövizler eklendiğinde Türk vatandaşlarının 140 milyar dolara yakın bir döviz varlığı tuttuğu tahmin edildiği ifade edildi.

Rapora ilişkin değerlendirmelerde bulunan ATO Başkanı Sinan Aygün, sıcak para selinin Türkiye ekonomisini tehdit ettiğini belirterek, şunları söyledi:

"Gittiği ülkelerde bir süre sahte bir mutluluk oluşturan sıcak para sel gibidir. Koşullar nerde uygunsa oraya doğru akar. Eğer önlem almazsak, bıçak sırtında duran Türkiye ekonomisi, sıcak para selinin yol açacağı enkazın altında kalır. Sıcak para seli, varımızı yoğumuzu önüne katıp götürmeden önlem almalıyız. Vergi koyarak sıcak para girişini kontrol altına almamız, faiz oranlarını düşürmemiz, Hazine'nin borçlanma ihtiyacını azaltmamız gerekiyor."

2003 yılı başından bu yana geçen 4.5 yıllık süre içinde Türkiye'deki sıcak para miktarının 6.6 milyar dolardan 88.1 milyar dolara yükseldiğine dikkati çeken Aygün, "Özellikle son 4 yılda sıcak para Türkiye'ye akın etti. Çünkü dolara bire üç veren başka bir ekonomi yok" dedi.