Pazar, Şubat 25, 2007

Orta Asya Türk Tarihine Genel Bir Bakış

Altın Orda hanı Özbek’in neslinden gelenler tarafından yeni bir hanlık kurulmuş, bu hanlığa katılanlara Özbek adı verilmişti. Yeni oluşum Ebul Hayr Han idaresinde iken doğudan gelen Kalmuk ve Oyrat gibi kabilelerin hücumuna uğramış, bu saldırıların birinde ölünce birlik bir an tehlikeye girmişse de torunu Muhammed ?eybani, 1500 yılında Buhara merkezli hanlığını kurmayı başarmıştır. Doğudaki Çağatay siyasi varlığı tamamen ortadan kalkarken, Timur oğulları da siyasi mücadeleyi kaybederek Hindistan çekilmişler, orada Babür Devletini kurmuşlardır. İran’daki bir başka Türk asıllı devlet olan Safevilerin ve kuzey doğularından Kırgızların baskıları üzerine çok kısa zamanda büyük alana yayılmış olan ?eybani Hanlığı, 1510’da Muhammed ?eybani’nin ?ah İsmail ile yaptığı bir savaşta ölümü üzerine zayıfladı. Hatta Harezm bölgesinde aynı hanedan üyeleri, bir kısım Türkmen grubunu(Yamud) da yanına alarak Hive Hanlığını tesis ettiler(1511). Böylece Batı Türkistan’da iki Özbek devleti hüküm sürmeye başladı.

1450’lerden itibaren Özbeklerden ayrılarak bozkırlarda ayrı bir siyasi ve etnik oluşum meydana getiren Kazaklar, 1520’lerde Kasım Han’ın önderliğinde Volga ve Hazar ‘a kadar bütün kabileleri bünyelerine almışlardı. Onların da kuvvetlenmelerini Kalmuklar engelliyordu. Diğer taraftan XV. asrın ikinci yarısından itibaren iyice zayıflayan Altın Ordu Devletinin mirasçısı hanlıkların(Kasım,Kazan,Kırım, Astrahan ve Sibir gibi) birbirleriyle mücadele etmesi, III.Roma İmparatorluğu fikriyle ortaya çıkan Rusların işini kolaylaştırıyordu. 1552’de Kazan 1556’da Kasım hanlıklarını işgal ederek, doğu yönüne doğru harekete geçti. Daha sonra Kalmuklarla işbirliği yaparak Kazak topraklarına doğru ilerledi. Kalmuk baskısı üzerine zor durumda kalan Kazakların Küçük Cüz’ünün hanı Ebul Hayr’ın işbirliği ve yardım talebini iyi değerlendiren Ruslar, geniş Kazak bozkırlarında ilerlemeye başladılar.

Buhara ve Hive hanlıklarının yanında Fergana bölgesinde kalan Özbekler 1710 yılında Hokand Hanlığı adı verilen bir siyasi oluşum meydana getirdiler. Bu birliğe Rusların baskına uğramamış olan Kazakların Ulu Cüz’ü ve Altaylardan Tanrı Dağlarına gelen Kırgızların da önemli bir kısmı katılmıştı.

Orta Asya’nın genelinde Kalmuk, Cungar istilaları kendi aralarında geçinememeleri gibi dertlerle uğraşırken, Ruslar, 1580-1600 arasında Sibir Hanlığını ortadan kaldırdıktan sonra Sibirya istikametinde çok rahat bir şekilde ilerlemişlerdir. Bu arada Kossakların Rus hakimiyetini kabul etmeleri, onlara büyük katkı sağlamıştı. Nitekim bundan sonra 1714 ve 1716 yılları arasında Orta Asya’nın derinliklerine keşif heyetleri gönderdiler. Fakat, ilk keşif heyetleri Hive hanı tarafından etkisiz hale getirilmiştir.

Bu arada İran’daki idare Safevilerden bir başka Türk hanedan ailesi Afşarlara geçti. Nadir ?ah, Buhara ve Hive hanlıklarını teker teker işgal etti. 1747’de ölümü üzerine adı geçen hanlıklar tekrar bağımsızlıklarına kavuştular. Bundan sonra özellikle Merv ve Horasan bölgeleri için başlayan mücadele bu bölgelerde yaşayan Türkmenlerin zarar görmesine sebep olmuştur. XIX. Yüzyılın başlarında başlayan Buhara ile Hive rekabeti eskisinden daha kuvvetli bir düşmanlığa dönüştü. Neticede her iki hanlık da aşırı derecede yıprandı. 1820’lerde Türkmen bölgesinden Hive’ye doğru yolculuk yapan Muravyev’in maksadını dahi anlayamadılar. Ruslar artık hazırlık yapıyorlardı. Orta Asya’yı işgal edeceklerdi.

Buhara Hanı Haydar ?ah (1801-1826) İstanbul’a elçiler göndererek Padişaha biat ettiğini Osmanlı hakimiyetine girdiğini bildirerek yardım istemiştir. Osmanlılar ise Ruslardan çekindiği için uygun bir dille kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Ayrıca Hive ve Hokand’lılarla Rus tehlikesine karşı iyi geçinmesini tavsiye etmiştir.

Rus İstilası

Kırım Savaşında (1854-56) Rusların güneye doğru ilerlemesi durdurulunca Ruslar, alt yapısını hazırladıkları Türkistan işgaline ağırlık verdiler. 1847’den 1852’ye kadar Irgız ve Turgay boylarındaki bir çok kaleyi alan Ruslar, 1852’de Gulca anlaşması ile Orta Asya’nın istilası için gerekli hazırlıkları tamamladılar. 1852’deki Rusların Akmescit (Kızılorda) hücümu Hokandlılardan Yakub Bey tarafından başarı ile önlendi ise de daha sonra fazla kuvvet ve özellikle topçu ateşi sayesinde Perovski tarafından işgal edildi. Bundan sonra Akmescit Rus kuvvetlerinin toplandığı önemli bir üs olarak kullanılmaya başlandı. Kırım Savaşından başarısız bir şekilde çıkan Ruslar, Kafkas orduları kumandanı Baryatinski, Milyutin’in de yardımları ile askeri reformlar yaparak ordularını Türkistan’ı işgale hazır hale getirdiler.

Hanlıklar kendi aralarında gereksiz mücadeleye devam ediyorlardı. Bu sırada Hokand Buhara rekabeti kızışmıştı. Dolayısıyla yaklaşan Rus tehlikesinin farkına varamadıkları gibi güçlerinin çok önemli kısmını kaybettiler. Özellikle Buhara Emiri Muzaffereddin (1861-1885), Hokand Hanlığının topraklarının bir kısmını işgal ve ilhak etti.

Askeri hazırlıklarını tamamlayan Ruslar, savaş için bahane yaratarak 1 Mayıs 1864’te harekete geçtiler. Ekim 1864’te Çimkent düştü. Arkasından 23 Haziran 1865’te Taşkent’i ele geçirdiler. 22 Mayıs’ta Alim Kul’un yaralanması üzerine hanlık kuvvetleri çözülmüştü. Ertesi günü yapılan anlaşma ile Hokand Hanlığı Rusya’nın egemenliğine girdi. Hokand’lıların vaktinde yardım talebini kabul etmeyen Buhara Emiri Muzaffereddin, paniğe kapıldı. Petersburg’a gönderdiği elçiler yolda tutuklandı. Kendisi de Rus elçilerini tutuklamıştı. Bunun üzerine harekete geçen Rus kumandan Çernyayev, Çizak’da başarısız olunca görevinden alındı ve yerine General Romanovski atandı. 8 Mayıs 1866’da ansızın bir hücuma kalkan Ruslar, önce Hocend’i işgal ettiler. Buhara Emiri barış teşebbüsünde bulunmasına rağmen Ruslar durmadılar. Ağır bir tazminat ödenmesini talep edince Buhara hanı kabul etmediği gibi İstanbul’a ve Hindistan’daki İngiliz Valiliğine elçilerle mektuplar göndererek yardım istemiş, ancak gerekli cevabı alamamıştır.

Rus işgali hızla devam ederken 1866 yılının Ağustos ayında Petersburg’da bir seri toplantılar sonucunda işgal ettikleri toprakları Rusya’ya ilhak ettiklerini açıkladı. Bir sene sonra da Türkistan Genel Valiliği kurulup başına General Kaufman tayin edildi. Bu valiye 1868 baharında Buhara Emiri yeniden barış teklifinde bulundu ise de yine anlaşma şartları çok ağır olduğu için kabul edilmedi. Savaş yeniden başlayınca 2 Haziran 1868’de Buhara kuvvetleri ağır bir yenilgiye uğradı. Bunun üzerine Emir Rusların isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. 1860’da İranlıları bozguna uğratan Türkmenlerin lideri Kuşid Han , son Rus hücumunu önlemek için harekete geçmiş; fakat, Buhara kuvvetlerinin yenildiğini duyunca geri dönmüştür. Yapılan anlaşmaya göre 500 bin ruble savaş tazminatı ödenecek ve Buhara topraklarının üçte ikisi Ruslara geçecekti. Ayrıca Buhara Emiri’nin kontrol ettiği topraklarda başta ticaret olmak üzere her türlü Rus faaliyeti serbest olacaktı.

Buhara Hanlığı’nın düşmesinden sonra sıra Hive’ye gelmişti. Hive, aslında her zaman Rusların önünde önemli bir engel teşkil etmiştir. Çünkü Hazar Denizi ile Aral Gölü arasında etrafı çöllerle çevriliydi. Ayrıca, üzerlerine tertiplenen birkaç Rus seferi başarı ile önlenmişti. Hazırlıklarını tamamlayan Ruslar, Hive hanı Said Muhammed Rahim (1864-1910)’in barış teklifine aldırmadan dört koldan harekete geçtiklerinde , han İstanbul’a ve Hindistan’a elçi göndermiş, o da Buhara Hanı gibi gerekli desteği alamamıştı. Mart 1873’te başlayan Rus hücumları Hive’ye ulaştı ve Mayıs sonunda şehir kuşatıldı. Fazla direnemeyen şehire giren Ruslara, Yamud Türkmenleri teslim olmayıp geri çekildiler. Bunun üzerine onları takip eden Rus kuvvetleri kadın çoluk çocuk demeden binlerce Türkmen’i katlettiler. Bununla yetinmeyen Ruslar, Hivelileri ve Türkmenleri savaş suçlusu görerek 2 milyon 2 yüz bin gibi çok ağır bir savaş tazminatını ödettirdiler.

XI. yüzyılda Oğuzların büyük kısmının Selçuklular idaresinde batıya doğru kaymasından sonra geride kalanlar, eskiden olduğu gibi kabileler halinde Türkmenler olarak yaşamaya devam ettiler. XIII. Yüzyılda Moğol istilası sırasında epey zayıflasalar da Hazar’ın kuzey doğusunda hayatlarını devam ettirenler rahat bir dönem geçirdi. Horasan ve Maveraünnehir’de yaşayan Türkmenler, Moğol ve Timurlular idaresinde girerken Mangışlak civarındaki Türkmenler yol üzerinde olmadıkları için XVII. Yüzyıl ortasına kadar rahat hayat sürdüler. Kalmuk hücumlarından onlar da zarar gördü. Bir kısmı Hive Hanlığına bağlanırken, Nadirşah’a tabi olan önemli kütleler de vardı.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısndan sonra yine İran’daki ve Hive’deki Türk kökenli devletler tarafından baskılara maruz kaldılar. 1835’ten itibaren Merv bölgesine doğru yayılmaya başladılar. Hive ve İran’daki Kaçar hanedanının sürekli hücumlarına maruz kalan Türkmenler, 1855’te Hive hanının ağır bir baskınına uğramışlardı. Ancak, Türkmenler, Hive hanını öldürdüler ve galibiyet elde ederek, onların hakimiyetinden kurtuldular. Müstakilliğe kavuştular. Fakat, İran’daki Kaçar hanedanının hücumları 1860’a kadar sürmüş, bu yılda onları da yemişlerdir.

Hive’nin de düşmesinden sonra Rusların egemenliğine girmeyen 1860’tan beri bağımsız yaşayan Türkmenler kalmıştı . Kırım Savaşı sonrası Orta Asya’ya yönelen Rusların, 1859 yılında hazar’ın doğu sahilindeki Balkan körfezinde kale kurduklarını görmekteyiz. Bu kaleyi üs olarak kullanan Ruslar, ileri hareketle bir çok Türkmen yerleşim yerini tahrip etmişlerdir. Daha sonra Hokand ve Buhara’nın işgali ile uğraştıkları için Türkmenlere fazla baskı uygulayamadıkları anlaşılmaktadır. 1869’da bu hedeflerine ulaşınca Türkmenler üzerine yöneldiler. 1871’e kadar Hazar’ın bütün doğu kıyılarını zaptettiler. 1873’de Hive’ye doğru yapacakları sefer için yol üzerindeki bütün Türkmen kale ve köylerini yakıp yıktılar. Nur Verdi Han, Hive’ye gidip Ruslara karşı Seyyid Muhammed Rahim Han ile görüşmüş ise de onların hücumlarını durduramamışlardır. Hive’nin işgalinin tamamlanması üzerine Yamud Türkmenleri üzerinde büyük katliam yapan Ruslar, 1874’de Kafkas Ötesi Valiliğini kurdular. Valiliğe getirilen Lomakin’in uyguladığı kurnaz politika sonucu bazı Türkmen beyleri Rus hakimiyetini kabul etmeye başladı. Bunun üzerine Kuşid Han ile Nur verdi Han Ruslarla savaşa karar verdiler. Rus Generali Lomakin, 1878 sıralarında Göktepe’ye doğru Kızıl Avrat kalesine kadar ilerlemişti. Türkmenler geri çekilerek hücumlarını boşa çıkarmışlardır.

Bu arada Kuşid Han ölünce Nur Verdi Han, Türkmenlerin başına getirilmişti. Toplanan meclis sonuna kadar Ruslarla mücadele kararı verdi. General Kaufmann’ın doğudan hücum ihtimalinin belirmesi üzerine Nur Verdi Han, Merv’de kalmış, oğlu Berdi Murad Han’ı Göktepe’de görevlendirmişti. 1879’da Ruslar, Ermeni asıllı General İ. D. Lazaryev’i başkumandan olarak atadılarsa da adı geçen şahsın Türkmenistan içlerine ilerlerken ölmesi üzerine üzerine yardımcısı eski kumandan Lomakin geçmiştir. Lomakin ileri harekatla aynı yılın haziranında Göktepe yakınlarındaki Bendesen kalesini ele geçirdi. Nihayet 9 Eylül 1879’da Göktepe’ye korkunç bir hücum başlattılar. Ağır top ve makineli tüfek atışlarıyla sivil halkı katleden Ruslar, Türkmenlerin ani hücumu üzerine zor durumda kaldılarsa da Berdi Murad Han’ın bir top mermisi ile parçalanması üzerine kaçabildiler. Zaten topçu ve mitralyöz atışları ile ağır kayıplar vermişlerdi. Dolayısıyla Ruslar savaş meydanından rahatça kaçabildiler ve Hazar kıyısına kadar çekildiler. Göktepe’deki Türkmen başarısı Orta Asya’daki Rusların yenilmezlik unvanını yok etmişti. Bu başarı Avrupa başkentlerinde ve İstanbul’da yankı uyandırmıştır.

Merv’de doğuda Kaufmann tarafından gelebilecek bir saldırı için kalan Nur Verdi Han, İzgent’te savaş meclisi toplamış ve alınacak tedbirleri görüşmüştü. Ticaret yollarının üzerinde olan ve varlığı ile diğer Türk kökenli topluluklara örnek olabilecek Türkmen ülkesini ele geçirmekten Ruslar asala vazgeçmek niyetinde değillerdi. Yeni hazırlıklara başlayıp komuta değişikliğine gittiler. General Skobelev atandıktan sonra ilk iş olarak Kafkaslardan yeni birlikler getirdi ve Nisan 1880’de Hazar’ı geçerek Türkmen topraklarına girdi. Bu arada Nur verdi Han, 5 Mayıs’ta ölünce oğlu Mahtum Kulu han seçildi. Tıkma Serdar idaresinde Türkmen ordusu karşı koymaya çalıştı ise de topçu ateşi altında bir şey yapamadılar. Ekim başlarında Bami’ye gelen Skobelev, 1 Ocak 1881’de harekete geçerek Yengi Kale’yi aldılar. Göktepe’ye mayın ve toplarla saldıracaktı. Rusların döşediği mayınların çok geç farkına varan Türkmenler ağır zayiat verdiler. Ama yine yılmamışlardı, ne varki 25 Ocak’taki hücumda çok büyük bir katliama uğradıktan sonra Göktepe’yi düşmanlarına kaptırdılar. Kaçan Türkmenler, 1884 yılında Rus tabiyetine girmeyi kabul etmişti. Türkmenlerle daha fazla mücadele eden Ruslar onları çok sıkı kontrol etmişlerdir. Derhal geniş topraklarında pamuk ekimine başlandı.

Tarihleri M. Ö. 201 yılına kadar giden Kırgızlar, asırlarca varlıklarını devam ettirmişler, genellikle Orhun bölgesinde kurulan büyük Türk devletlerine bağlanmışlardır. 1700’lü yıllarda Kalmuk, Cungar , Oyrat baskılarından dolayı Altay’ların kuzeyindeki yerlerini terk ederek Tanrı Dağlarına göç ettiler. Bugünkü torpaklarına yayıldıkları gibi az sonra burada kurulacak olan Hokand Hanlığına bağlandılar. 1855 yılında Kazakistan’ı en doğu ucuna kadar istila eden Ruslar, bugünkü Almatı şehrini Vernıy adıyla kurmuşlardı. Dolayısıyla yakınlarındaki Kırgızlarla da temas ettiler. Ruslar, Kazaklara Kırgız adını verdiği için gerçek Kırgızlara Kara Kırgız demişlerdir. Hokand hanlığı Rusları eline düşünce Kırgızlar da Rus tabiyetine girmek zorunda kalmışlardır.

Çarlık Rusyası İdaresinde Orta Asya

Rusları Orta Asya’yı kolayca istila etmelerinin şüphesiz pek çok sebebi sayılabilir. Fakat, bunların en önemlisi bölgede yaşayan Türk topluluklarının merkezi bir devlet kuramamalarıdır. Osmanlı İmparatorluğunun birlik ve beraberlik için yaptığı telkinleri hiç dikkate almamışlardır. Birbirleri ile uğraşarak zayıf kalmalarına yol açmışlardır. Ayrıca etrafı düşman devletlerle çevrili olduğu için ticari açıdan gelişemediler. Avrupa ve diğer dünyadaki ilerlemelerden haberdar olamadılar. Dolayısıyla bu kapalı kalış gerekli atılımların yapılmasını engelledi. Neticede cehalet ve fakirlik disiplinsizlik yüzünden, üstün silahlarla donanımlı Rus orduları karşısında kahramanca çarpışmalarına rağmen başarılı olamadılar.

Türk ülkelerini işgal eden Ruslar önce idari sistemlerini değiştirdi. Önce Başkırt ve Kazak ülkeleri yeni uygulamalara maruz kalmıştır. Orenburg’da merkez valiliği kuran Ruslar, Kazak ve Başkırt idari sistemlerini düzenlediler. İdarecileri kendileri tayin ediyordu. Özellikle Rusya’ya hizmet edecek kişileri seçiyorlardı. Zaten ekonomik açıdan perişan halde olan halk, onların koyduğu ağır vergilerle daha da zor duruma düşürüldü. Ayrıca binlerce Rus göçmeni getirerek yerleştirmeye başladılar. Rus idaresine karşı ilk ayaklanma Kazaklar arasında 1783 yılında Sırım Batur önderliğinde patlak verdi. On beş sene süren ayaklanma Rusların daha fazla müsamaha ve işgali durduracaklarına dair söz vermeleri üzerine sona erdi. Aslında yine de kolonileştirme bütün hızıyla devam ediyordu. Onbinlerce kilometre karelik alanlarda kaleler inşa ediliyordu. Rus Kossakları(Kazaçik)nın yerleştirilmesi üzerine halk yine ayaklanmaya başladı. Kenasarı ‘nın isyanı 1836’da patlak vermiş on yıldan fazla sürmüştür. Kahramanca savaşlar veren Kenasarı, kendi soydaşları tarafından mağlup edilip öldürülmüştür.

1867’de kurulan Türkistan Genel Valiliği ile de Ruslar yine kendi menfaatlerine hizmet edecek kişileri işbaşına getirmişlerdir. Nitekim Rus taraftarı Hokand Hanı Hudayar’ın ağır vergiler toplaması üzerine 1876’da Abdurrahman Abtabacı önderliğinde isyan çıkmış; iki aydan fazla sürmüştür.

Buhara, Hive ve Türkmen’ler üzerine de aynı politikayı uygulayan Ruslar, yine ağır vergiler topluyorlardı. Ağır bir sömürge siyaseti yürütülüyordu. Rus valilerin ve diğer idarecilerin acımasız tutumu üzerine Çarlık yönetiminin kendisi dahi dayanamamış, 1882’de Veretennikov başkanlığında bir teftiş heyeti göndermişlerdir. Heyetin çıkardığı yolsuzluklar giderilemedi. 1898’de Andican’da İşan Muhammed Sabıroğlu isyan etmiş, ancak kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Rusya’da 1905 ihtilalinin patlak vermesi Orta Asya Türk toplulukları üzerinde nisbeten bir rahatlama getirmiştir.

Türk Dünyasında Kültürel Uyanış

Türkistan’ın kültürel uyanışına en büyük katkı Kazan ve Kırımlılar tarafından yapılmıştır. Uzun süre Rus hakimiyetinden kurtulamayan Kazan ve Kırım Tatarları kendilerini ticarete vermişler ve ekonomik açıdan kalkınmışlardır. Zenginlik onlara modern eğitim ve ilim kapılarını açmıştır. Kendilerindeki bu gelişmeyi Türkistan’a da aktarmışlardır. Böylece Tatar Türkleri, Orta Asya’da yaşayan diğer Türk kökenli topluluklarının modern dünyaya açılan penceresi olmuştur. XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Rus işgalinin akabinde dini ilimler yanında modern ilimleri de öğreten Usul-ü Cedid (Yeni Metod) mektepleri de açılmaya başlanmıştır. Buhara’da kurulan Genç Buhara’lıların Ahmed Daniş, Hive’de kurulan Genç Hivelilerin İsmail Hoca liderliklerinde faaliyete geçirdikleri bu mekteplerin sayısı kısa zamanda 5 bini buldu. İsmail Gaspıralı’nın Dilde ,Fikirde İşde Birlik parolası bütün Türk Dünyasında yayılmaya başlamıştı. Neticede Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm akımları Türk toplulukları arasında doğdu. Gaspıralı’nın yayınladığı Tercüman ve Orenburg’da Kazakların yayınladığı Vakit Gazeteleri geniş bir sahaya yayıldı.

Bağımsızlık Mücadeleleri

Kültürel uyanma, siyasi uyanmayı da getirdi. Siyasi alandaki bu teşkilatlanma onlara 1905’te Rusya’da kurulan Duma(Meclis)’ya temsilciler gönderme fırsatını verdi. Fakat Ruslar, derhal her türlü önlemi almaya başladılar. Dini, siyasi ve kültürel baskı uygulamaya koyuldu. Ancak, Türk toplulukları Rusya Müslümanlar İttifakı’nı kurarak hakları için mücadeleye devam etmekte kararlı olduklarını gösterdiler. Abdürreşid İbrahim başkanlığındaki bir heyet Rus hükümetine başvurarak siyasi ve kültürel haklarının tanınmasını istemiş, ancak, bu istek Ruslar tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Kazanlı Yusuf Akçura Bey başkanlığında, Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali, Kırımlı Mehmet Esad Çelebizade ve Buharalı Mükimüddin Begcan’dan oluşan bir heyet, Rusya Müslüman Türk Kavimlerinin Haklarını Koruma Cemiyetini” kurarak uluslar arası platformda haklarını aramaya çalıştılar. Stockholm’de kurulan Rusya’daki Yabancı Milletler Cemiyeti’nin Rusya Müslümanları temsilcisi seçilen Abdürreişd İbrahim ile Yusuf Akçura, I.Dünya Savaşının başında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a bir muhtıra göndererek Rus hükumetini şikayet ettiler ve hürriyetlerinin tanınması için aracılık yapmasını rica ettiler. Yusuf Akçura’nın başkanlığında aynı komite üyeleri Budapeşte, Viyana, Berlin ve Sofya’yı ziyaret edeerek Rus baskısını Avrupa kamuoyuna duyurmaya çalıştılar. Yusuf Akçura ayrıca verdiği konferanslarla Türklerin durumunu ve arzularını dile getirerek bağımsızlıklarının tanınmasını talep etmiştir. Onların bütün bu faaliyetlerine rağmen Rus baskısı devam edince 1916 yılında Milli İstiklal ayaklanması patlak verdi.

I. Dünya Savaşının başlangıcında umulmadık yenilgilere uğrayan Çarlık hükumeti bir kararname yayınlayarak yarım milyon kişiyi askere almaya karar verince, Türk toplulukları büyük bir infialle karşıladı. Daha önce onbinlerce Türkmen ve Azeriyi zorla askere götürmüşlerdi. Sıra kazak ve Özbeklere gelmişti. 1916 Temmuzunda başlayan isyan kısa zamanda bütün Türkistan’a yayıldı. Fakat, ayaklanma teşkilatsız ve lidersizdi. Münevver Kaari, Pehlivan Niyaz, Osman Hoca, Kaari Kamil ve Abidcan Mahmud’un birlik için bir araya gelip toplanmaları bir sonuç vermemiştir. Üstün makineli silahlara sahip olan Ruslar ayaklanmayı 1917 başlarında bastırdığında 673 bin insan hayatını kaybetmişti. 168 bini Sibirya’ya sürülmüş, 300 bine yakını da Doğu Türkistan’a kaçmak zorunda kalmıştı. Bu insanların toprakları Rus göçmenlerine dağıtıldı.

Şubat 1917’deki Bolşevik ihtilali, Türk topluluklarını çok sevindirdi. Fakat, ihtilal idaresinin bütün memurları yerinde bırakması sevincin kısa sürmesine sebep oldu. Getirilen onbinlerce göçmen bu emir ile yerinde kalıyordu. Türkistan’daki Rus idarecileri ihtilal hükümetinin emri ile İşçi, Asker ve Köylü ?urası kurarak, ülkeyi askeri rejimle idareye devam ettiler. Arkasından Geçici Hükümet Encümeni’ni teşkil ederek idareyi sürdüreceklerdi. Bu yeni kurula Türklerden sadece Sadri Maksudi, Muhammedcan Tınışbay ve Ali Han Bökey han’ı kabul ettiler. Azınlıkta oldukları için Türk kökenli üyeler Ruslara hiçbir kararı kabul ettiremediler.

Kongrelerin Etkisi

Bundan sonuç alamayan Türkistanlılar Nisan 1917’de bir Türkistan Müslüman Kongresi düzenledi. Ellerinden zorla koparılan toprakları geri almak, Rus akınını durdurmak ve Müslümanların haklarını aramak için Türkistan Müslüman Merkez ?urasını kurdular. Daha sonra adını Milli merkez olarak değiştirdi. Bu merkez bütün Türkistan’a yayılarak şubeler açtı. Ahmet Zeki Velidi, Kebir Bekir, Efendi Zade Rusça bilen şahıslar olarak Türklerin haklarını Ruslara anlatmakla görevlendirildiler. 4. Duma’da Müslümanları temsil eden Türk liderleri önderliğinde 14 - 24 Mayıs 1917’de Moskova’da Rusya Müslümanları Kongresi yapıldı. Nasıl bir takip edileceğinin tartışıldığı kongrede kendi aralarında büyük anlaşmazlıklar çıktı. Sonunda birleşmiş Rus devletinin içinde bütün Müslümanlara kültür muhtariyeti verilmesi tezini savunanları, Türkler için belirli bir ülke bütünlüğüne sahip olanlara milli muhtariyet ve toprak bütünlüğüne sahip olmayanlara da milli kültür muhtariyetini savunanlar oylama sonunda 271’e karşı 446 oy ile mağlup ettiler. Bu sonucun alınmasında Azerbaycanlı Mehmet Emin Resulzade ile Ali Topçubaşı, Buharalı Ubeydullah Hoca ve Başkırt lideri A.Z.Velidi rol oynadılar. Aynı kongrede bir de Milli Merkezi ?ura kuruldu.

Milli Merkezi ?ura kongrenin kararlarını Ağustos 1917’de Petrograd’da Rus hükümetine ilettiği zaman red cevabı aldı. Bunun moral bozukluğu içinde Türk toplulukları arasında ihtilaflar çıktı. Önceleri Başkırt-Tatar Federasyonu kurmak niyetinde olan bu iki grup ihtilaf yüzünden birbirlerinden ayrıldı. Bunun üzerine Zeki Velidi, diğerlerinden ayrılarak tek başına Muhtar bir Başkurt hükümeti kurma yolunu seçti.

Türkistan’daki İşçi Asker Köylü ?urası temsilcisi Nikora, ihtilalin Rus işçileri ve askerleri tarafından gerçekleştirildiğini, dolayısıyla Türkistan’da idarenin kendi elinde olduğunu, yerli halkın onların verdikleri ile yetinmeleri gerektiğini söylüyordu.

Ekim 1917’de Rus ihtilalcilerinin Kerenski hükümetini devirdikten iki hafta sonra Türkistan’da o ana kadar iş başında bulunan Çarlık ve Kerenski devresi Rusları (asker ve subaylar) Taşkent’te kendi kendilerine bir komünist darbesi yaptılar. Böylece eski mevkilerini orumak istiyorlardı. Aslında komünist fikirlere ilgi duyan Türkistan’da sadece Rus demiryolu işçileriydi. Dolayısıyla Türkistan halkı komünist Rusların Taşkent’teki ihtilaline pek katılmadılar. Ruslar, 15-22 kasım 1917 tarihleri arasında yaptıkları kongre sonunda Türkistan Sovyet Komiserliğini kurduklarını ilan ettiler. Bu komiserliğin tek destekçileri Rus askerleri ile demiryolu işçileri oldu. Bu komünist iktidar temsilcileri Türkistan üzerinde kontrol ve idarenin sadece kendilerinde olduğunu ileri sürüyorlardı.

Halbuki bu durum Lenin ve Stalin’in 2 Kasım 1917’de yayınladıkları, bütün halkların eşitlik ve egemenlik hakkı, halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri, halkların milli ve dini inançlarının serbestçe uygulanması, Rusya’daki milli azınlıklara kendi devletlerin serbestçe kurabilme haklarının olduğunu kabul ve ilan etmeleri şeklindeki beyannameye uymuyordu. Sovyetler aslında yayınladıkları beyanname ile Rus olmayan milletleri oyalamışlardı. Böylece Türkistan muhtariyet girişimlerini önlemek istemişlerdir. Nitekim Tükistan’daki Sovyetler Rus Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetleri merkez komitesinden aldıkları emir ile 1 Mayıs 1918 de yaptıkları kongrede Sovyetlere bağlı Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyetini kurduklarını ilan ettiler.

Sonradan Türkistan’lıların bu Sosyalist Cumhuriyetlerin idaresi ortak olma teklifini reddettiler. Bu nevi otonom oyunları ile Sovyetler milli haklarına sahip çıkmak isteyenlere büyük darbe indirdiler. Ancak Türkistan Türkleri milli haklarından vazgeçmeyerek mücadeleye devam etmeleri Rusları yeni önlemler almaya sevk etti. Sovyet yönetimi hükümet ve Komünist Partisi adına 8 Ekim 1919’da Türkistan komisyonu kurarak acilen Türkistan’a gönderdi. Bu komisyon sahip olduğu diktatörce yetkilerle faaliyetini Ekim 1919’dan 1923’ün ortalarına kadar özellikle Sovyet iktidarını kuvvetlendirmeye, Türkistan’ın kesin olarak Rusya’ya bağlanmasına ve Rus ile Sovyet aleyhtarı Türkistan milli hareketini yıkmaya sevk etti.

Sovyetleri hedeflerini gerçekleştirmek için Türkistan’da seçtikleri ikinci yol Türkistan Komünist Partisini kurmak oldu. (17 Haziran 1918) Türkler arasında hiçbir komünist bulunmadığı için Türkistan Komünist Partisinin bütün üyeleri tamamen Ruslardan meydana gelmiştir. Birçok kongre düzenlenerek Türkistan’da kalmış yabancı savaş esirleriyle Türklerden komünizm fikrine inanan bazı kişiler parti üyeliğine alındılar.

Komünizme Karşı Örgütlenme Çabaları ve Mücadele

Buna karşı Türk kökenliler hakları için mücadele etmek maksadıyla Müslümanlar bürosu kurarak isteklerini dile getirmeyi düşündüler. Bu hareket kısa zamanda gelişerek Türkistan ve Rus Komünist Partilerinin rakibi ve halkın ümidi haline geldi. Bunun üzerine bir kısım Türk Komünizmin ne olduğunu bilmeden Müslüman Bürosuna destek olmaya ve Komünist partisine girmeye başladılar. Yeterli çoğunluk sağlandıktan sonra 12-18 Ocak 1920’de ki Komünist Partisi kongresinde Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin adını Türk Cumhuriyeti ve Türkistan Komünist Partisinin adını da Türk Komünist Partisi olarak değiştirmeyi başardılar. Sovyet yönetimi Türkistan Cephesi kumandanı Frunze’nin uyarısı üzerine reddetti. Ayrıca 8 Mart 1920’de Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi bu kararı hükümsüz saydı.

Bunun üzerine Eylül 1920’de yapılan bir kongreyle bütün partilerin birleştirilip bir Türkistan Komünist partisi kurulmasına ve bu partinin merkez komitesi nezdinde milli şubenin kurulmasına karar verildi. Kısa zamanda Buhara ve Hive’de Komünist Partisini şubeleri açılarak Komünizmin bütün Türkistan’da yayılmasına çalışıldı. Kazakistan’da ise Nisan 1920’de kurulan Komünist Partisi ise Rus Komünist Partisinin bir şubesi olarak faaliyet gösteriyordu. Bu gaye ile Başkırt ve Tatar illerinde de Komünist Partisi kuruldu. Komünist partisine giren Türklerin sayısı günden güne çoğalıyordu. Bunlar Komünizmi bildikleri için değil sadece kendi milli menfaatlerini korumak maksadıylaydı. Çünkü Türk ülkelerin de kurulan Komünist Partileri üyeleri arasındaki Rus şovenizmi ile Türkler arasındaki Milli cereyanları bertaraf edememiş ve komünist yönetim ile bu iki tarafın ve görüşlerin çekişmesi uzun müddet devam etmiştir.

Rusya’da komünistlerle komünist olmayanlar arasında bir iç savaşın başlaması ve Türkistan’daki Rus komünistlerinin zulmü altında inleyen Türklere bağımsızlıkları için yeni bir fırsat yaratmıştı. Türkistan’da kurulan İslam Şurası ve Ulema Cemiyeti çalışmalarını hızlandırdı. Özellikle İslam Şurası’nın gayretleri Hokand merkez olmak üzere Sovyet aleyhtarı bütün milliyetçiler bir araya gelmeye başladılar. Taşkent’te Rusların asker ve polis kuvveti bulundurarak çalışma imkanı vermemeleri üzerine Hokand merkez seçilmişti. Hokand’da başlayan bu hareket Kazakistan ve Başkurdistan’a uzandı. 1917 ihtilal beyannamesi dahilinde Hokand’da bir halk şurası kurularak Türkistan’ın bir Mahalli Muhtar Cumhuriyet ilanına karar verildi. Şir Ali Lapin başkanlığındaki halk şurası 11 Aralık 1918’de hükümet görevini ifa edecek on kişilik icra komitesini seçti. Halk Şurası ayrıca aldığı bir karar ile Başkırt ve Alaş Orda Kazak hükümetlerinin katılacağı federasyon kurulacağını ilan etti.

Bu karara Başkırt lideri A. Zeki Velidi katılacağını bildirmiş, ancak, Alaş Orda hükümet başkanı Ruslarla işbirliği ümidi taşığı için olumlu cevap vermemiştir. Alaş Orda ve Hokand hükümetlerinin dış işleri bakanlıklarını yürüten Mustafa Çokay ile Alaş Orda’nın içişleri Hokand’ın hükümet başkanlığını yapan Tınışbay’ın bütün çabalarına rağmen Alaş Orda liderinin tavrı değişmemiştir. Bunun üzerine Zeki Velidi ayrı bir Muhtar Başkırt Cumhuriyeti kurmak durumunda kalmıştır. Bu olumsuzluğa rağmen Hokand’da hükümet ve halk Milli Muhtar Cumhuriyeti güçlendirmeye çalıştı. Endişeye kapılan Taşkent’teki Sovyet Komiserliği Ermenilerle takviyeli bir Rus kuvvetini Hokand üzerine gönderdi. 11 - 22 şubat tarihleri arasında süren çarpışmalarda yaklaşık 10 bin Hokandlı katledildi. Neticede ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmış oluyordu.

1906’da Kazakların kurdukları Kazak Anayasal Demokratik Partisi ile şubat 1917 ihtilaline kadar halk arasında milli uyanışa ve ellerinden alınan toprakların geri verilmesine çalışmışlardır. Mir Yakup Duğlat adlı şairin faaliyetlerinin Kazakların uyanışında etkili olduğunu söylemek mümkündür. Temmuz 1917’de Kazak Anayasal Demokratik Partisi’nin adını Alaş Orda olarak değiştiren Kazaklar, Ali Han Bökey Han başkanlığında Muhtar Kazak Hükümetini kurdular (26 aralık 1917). Yukarıda da söylediğimiz gibi Bökey Han, Başkurt Tatar ve Hokand Muhtariyeti ile birlikte hareket etmeyi kabul etmemişti. Ocak 1918’de Moskova’da Stalin ile görüşen Baytursun başkanlığındaki Alaş Orda heyeti Kazak-Kırgız Muhtar Hükümetinin tanınacağına dair teminat aldı. Aslında Stalin, Rusya’daki iç savaşı düşünerek bu şekilde onları oyalamış, heyet Moskova’dan ayrıldıktan sonra Rus köylü ve işçiler şurasına telgraf göndererek, Kazak milliyetçilerine karşı hareket etmelerini istemiştir. Arkasından Stalin’in emri doğrultusunda kızıl birlikler Alaş Orda hükümetini devirmişlerdir.

Buhara Emirliği Mart 1918’e kadar iç işlerinde serbest olarak Rusya hakimiyeti altında kalmıştı. Genç Buharalılar adlı yenilikçi grup 1917 ihtilalini fırsat bilerek Emir Mir Ali Han’ı devirmek için harekete geçti ise de başarısız kalınca bu yenilikçiler Sovyet Komiserliğinden yardım istediler. Emir, onların ortak hareketini de başarı ile önledi. Bunun üzerine Sovyet hükümeti Buhara’nın bağımsızlığını tanımayı kabul etti. Yeniliçiler ikiye ayrıldı bir kısmı Sovyetlerle tam işbirliğine giderken, Osman Hoca liderliğindeki diğer grup reformcu ve milliyetçi Buhara Cumhuriyeti’ni kurmaya kalktı.

Buhara Cumhuriyetinin varlığı Türkistan’daki Sovyet komiserliğini ve ve kızıl ordu kumandanı Frunze’yi son derece tedirgin etti. Nihayet 28 Ağustos ile 2 Eylül 1920’de Buhara’yı işgal etti. 6 Ekim 1920’de Buhara Halk Kongresi toplanarak Buhara halk Cumhuriyeti ilan edildi. Sovyetler dahi 4 Mart 1921’de bu cumhuriyeti tanımak zorunda kalmıştı. Fakat, Buhara mutlaka sovyetleştirilmesi gerektiğini düşünen Ruslar baskıya devam ettiler. Sovyetler karşı daha sert direnme politikası sergileyen M.A.Muhiddin zorla istifa ettirilerek yerine daha ılımlı olduğu düşünülen Osman Hoca getirildi. Fakat, Osman Hoca da Sovyetlere hiç taviz vermediği gibi Türkistan’a gelmiş olan Enver Paşa ile işbirliği yaparak Ruslara karşı mücadeleyi hızlandırdı. Bu mücadele 1924 yılına kadar sürmüştür.

Hive Hanlığı da Buhara Hanlığı gibi konumunu sürdürüyordu. 1917 ihtilali patlak verdiğinde Hive hanı ile Genç Hiveliler işbirliği yaparak yenilikçi demokratik bir idare tarzını kurmuşlardı. Bu arada Özbekler ile Yamud Türkmenleri arasındaki eski rekabetin yeniden ortaya çıkması durumu değiştirdi. Aralarındaki problem çözülmeyince Türkmenlerin önderi Cüneyd Han Hive’yi kuşattı. Bunu fırsat bilen Sovyetler, bir ordu göndererek kuşatmanın kaldırılmasını sağladılar. Halk Rusların yerine Hive’yi kuşatan Cüneyd Han’ı tercih ediyordu. Nitekim daha sonra onun Ruslarla işbirliği yapan İsfendiyar Han’ı öldürmesine ses çıkarmamıştır. Daha sonra Cüneyd Han’ın kendisi de Sovyetlerle anlaşmak zorunda kalmıştır. Cüneyd Han’a muhalif Özbeklerle Rus askerleri Hive ihtilal taburu kurarak , Kızıl Ordu’yu Hive’ye davet ettiler. Neticede Sovyetler 25 Aralık 1919 ile 25 Ocak 1920 arasında Hive’yi işgal etti. Önce Harezm Halk Cumhuriyeti kuruldu. 13 Eylül 1920’de söz konusu cumhuriyet ile ittifak anlaşması imzalayan Sovyetler, önce Genç Hivelileri iktidardan uzaklaştırdılar ve Ekim 1921’de komünist hükümet kurarak tamamen ele geçirdiler.

Türkmenler de, diğer Türkistan halkları gibi, 1916 ayaklanmasında hareketlenmişlerdi. Yamud Türkmenlerinin önderi Cüneyd Han’a kahramanlığından dolayı Hiveliler dahi yakınlık gösteriyorlardı. Daha sonra Cüneyd Han’ın kendisi de Ruslara yenilmekten kurtulamadı. Buna rağmen Karakum’a çekilen Cüneyd Han, Sovyetlere karşı mücadeleye yeniden başladı. Bu seferki faaliyetlerine diğer Türkmen grupları ve Sovyetlerden kaçan Hiveliler de katılıyordu. Bu arada eski ünlü kumandan Tıkma Serdar’ın oğlu Oraz Serdar, Rus ordusunda albaylığa yükselmişti. Bolşevik ihtilalini fırsat bilerek o da emrindeki Türkmenlerle isyan etti. Fakat başarılı olamadı. Cüneyd Han ise içinde bulunduğu zor şartlara rağmen 1931 yılına kadar Rusları uğraştırdı. 1927 yılındaki son savaşı kaybeden Cüneyd Han önce İran sonra da Afganistan’a gitti. Mücadelesine 1938 yılında ölümüne kadar devam etti. 1918 sonlarında kurulan Türkmenistan Komünist Partisi bünyesinde Türkmenler diğer Türk grupları gibi mücadeleye karar verdiler ve 1924’te Türkmen Sovyet Soyalist Cumhuriyeti ortaya çıktı.

Kırgızlar da 6 Ağustos 1916’da Bişkek’te isyan hareketini başlatmışlardır. Ayaklanmanın liderliğini son Manap’ı yapıyordu. Rus göçmenler silahlandırılmak suretiyle Kırgızlar üzerine saldırtıldı. 673 bin Kırgız’ın öldürüldüğü bilinmektedir. Kırgızlar daha sonra Fergana havalisindeki isyanlara katıldılarsa da diğerleri gibi ağır bozgunlara uğradılar. 1924 yılında Muhtar cumhuriyet statüsü kazanan Kırgızlar 1936 yılındaki düzenleme ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oldular.

Tatarların da 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Muhtar Tatar Cumhuriyeti kurmak için mücadeleye atıldılar. Ancak, ön komünist aleyhtarı, daha sonra kızıl ordu tarafından işgal edilerek bağımsızlık mücadeleleri sonuçsuz bırakılmıştır. Bunu üzerine Başkurtlar ile birleşerek Muhtar Tatar Başkurt Cumhuriyeti kurmayı denedilerse de aralarında liderlik yüzünden anlaşmazlık çıktı. Sonunda Sovyet modelinde kurulan Tatar Komünist Partisi’nin idaresinde muhtariyeti kabul etmek zorunda kaldılar.

Başkırtların mücadelesi de hedefine ulaşamamıştır. Ruslar tarafından alınan toprakların iadesi ve Muhtar Başkırt Cumhuriyeti kurmak gibi hedefi olan hareketin liderleri A.Zeki Velidi ve daha sonra aşırı komünist olan Manat idi. Manat kısa süre içinde Stalin ile işbirliği yapıca Zeki Velidi tek kalmıştır. Onun önce kurmak istediği ordunun silahları Ruslar tarafından toplatılmış, çaresiz kalan Zeki Velidi, komünist liderle anlaşmak zorunda kalmıştı. Kazak liderlerinden de işbirliği konusunda yardım alamayan Zeki Velidi, tekrar Sovyetlere dönmüş, Başkurt Muhtar Cumhuriyetinin varlığının garanti edilmesi karşılığında 150 arkadaşıyla birlikte Başkırt Komünist Partisi’ni faaliyete geçirdi. 19 Mayıs 1920’de Sovyetler Muhtar Başkırt Cumhuriyeti’ni fesh ettiler. Bu sırada Zeki Velidi, Moskova’da idi. Ümidi kalmayınca Basmacı hareketine katılmak üzere Moskova’yı terk etti.

Basmacılık ve Son Silahlı Mücadeleler

Milli Muhtariyet girişimlerinin birer birer Sovyetler tarafından ortadan kaldırılması Türkistan’da bağımsızlık ateşini durduramadı. Nitekim Rus ve Sovyet karşıtı çok sayıda kişi silahını alıp mücadele için dağlara çıkmıştır. Bu bağımsızlık hareketi Ruslar tarafından dünyaya önemsiz bir olay gibi Basmacılık(Basan-haydutluk edenlerin) hareketi olarak tanıtılmaya çalışıldı. Türkistan’daki bu ayaklanmanın gücünü köylüler oluşturuyordu. Daha sonra esnaf ve sanatkarlar, din adamları ile reformistler de katılmışlardır. Fakat, ayaklanmanın liderleri olmasına rağmen merkezi bir teşkilatlanmadan yoksudu. 1918 yazına kadar hareketin liderliğini Ergaş Korbaşı yaptı. Daha sonra başa geçen ?ir Muhammed Beg Hacı Koşakoğlu’nun kontrolünde sekiz bölge komutanlığı kurularak teşkilat genişletilmeye çalışıldı. Milli ayaklanmayı yöneten kuvvetler kasım 1919’a kadar Fergana’nın büyük bir kısmını kontrol altına aldılar. Sovyet idarecileri bunun karşısında önce beş kişilik bir ihtilal komitesi, daha sonra üç kişilk Fergana Cephesi kurarak basmacıları bastıracak tedbirler almaya çalıştılar. Bu komiteler ve kızıl ordu başarısız olunca Fergana’da askeri idare tesis edildi. Bu bölgeden sonra Buhara ve Hive’de hızla yayılan Basmacılık hareketini Ruslar eskiden olduğu gibi kısa sürede bastıracaklarını zannetmişlerdi. Ancak, aksine daha da kitlesel hale dönüştüğü gibi Buhara ve Harezm üzerine gönderilen Sovyet birlikleri başarısız oldu.

Cüneyd Han ve diğerlerinin Harezm’de başladığı silahlı mücadeleleri bütün hızıyla devam ediyordu. Buhara’da ise milliyetçi reformistlerin önderliğinde Sovyetlere karşı mücadele başladı. Dolayısıyla üç merkezde gelişen ayaklanmalar, Sovyetlerin Türkistanda varlığını tehlikeye sokuyordu. Bunun için 3 Eylül 1919’da Türkistan Cephesi açtılar. Cephe konutanlığına Frunze tayin edildi. Kendisi 22 ?ubat 19920’de Taşkent’e gelerek milli ayaklanmayı bastıracak planlar yapmaya başladı.

Yeterli sayıda silah olmayışı Türkistan Türklerinin işlerini zorlaştırıyor, kızıl ordu karşısında ağır kayıplar veriyorlardı. Otorite eksikliğini gidermek üzere Fergana’da 24 Eylül 1919’da Mehmed Emin Beğ başkanlığında Fergana hükümeti kuruldu. Silah yardımı için Afganistan’a ve İngilizlere eliçiler gönderildi ise de bir sonuç alınamadı. Ayrıca hükümetin teşkiline rağmen ayaklanmayı idare eden liderler arasında birlik sağlanamamıştı. Üstelik kabilecilik ve bölgecilik de işe karıştırılınca hedefe varma yolunda mesafe kat edilemiyordu. Tam bu sırada Enver Paşa’nın Türkistan’da görülmesi liderliği kabul etmesi mücadeleye yeni bir yön vermiştir.

Enver Paşa, Eylül 1920’de Bakü’deki Doğu Milletleri Kongresinde yeteri kadar bilgi sahibi olduğu Türkistan Ayaklanmasının Buhara’ya vardığında çok kritik bir aşamada olduğunu görünce derhal mücadeleye girişmiştir. Büyük ordulara kumanda etmiş bir şahsiyet olan Enver Paşa’nın ayaklanmaya lider olarak katılması, bütüm mücahitler arsında sevinçle karşılanırken başta Zeki Velidi, Buhara Emiri ile veziri ve bir kısım Sovyet taraftarı tarafından hoş karşılanmamıştır. Bütün muhaliflerine rağmen bütün Türkistan Türklerini içine alacak Orta Asya İslam Devleti kurmak gayesi ile Sovyetlere karşı mücadeleyi başlattı. 19 Mayıs 1922’de Sovyet hükümetine bir ültimatom vererek kızıl ordunun Türkistan’ı terk etmesini istedi. Sovyetlerin Türkistan’dan çekilmeyecekleri anlaşılınca savaş başladı. Top ve makineli tüfeklerden yoksun Enver Paşa’nın ordusunun ilk zaferi Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmak oldu.

Fakat, üstün silahlara sahip Rus ordusu 15 Haziran 1922’de Türkistanlı diğer liderlerin yardım etmemesinden dolayı ikinci savaşta Enver Paşa’yı mağlup etti. Buharalı liderlerin yardım talebini geri çevirmeleri üstelik yardım etmek isteyen Afganlıları engellemeleri üzerine Enver Paşa, Duşenbe yakınlarındaki Belcuvan köyüne çekildi. 4 Ağustos 1922’de ansızın Rusların baskınına uğrayıp makineli tüfek ateşiyle şehit oldu. 20 bin mücahidin gözyaşları içinde toprağa verildi. Onun ölümü üzerine Türkistan bağımsızlık hareketleri zayıflamıştır. Diğer taraftan Sovyetler, Türkistan’daki kızıl ordu birliklerini takviye ettiler. 1923 yazından 1924 yazına kadar ayaklanmaya katılanların bölgeleri işgal edildi. Çarpışanların önemli bir kısmı şehit ya da idam edildi. Çok az kısmı da İbrahim Bey önderliğinde Afganistan’a kaçtı ve 30 mart 1931’de vatanına dönerek yeniden mücadeleye atıldı. 3-19 nisan tarihleri arasında yapılan savaşları kaybedince 23 Haziran 1931’de arkadaşları ile birlikte idam edildi.

Komünist Partisi İçinde Mücadele ve Sosyalist Cumhuriyetlerin Doğuşundan Bağımsızlığa

Başladıkları bağımsızlık savaşlarının tamamını kaybeden Türkistanlılar, komünist rejimi içinde hakları için mücadeleye devam ettiler. Münevver Kaari ile Turar Rıskul bu hareketin öncülüğünü yapıyorlardı. Sultan Galiyev, aynı maksatla Moskova’da çalışmaktaydı. Bu kişilerin hedefleri komünist yönetimde Milli bir Türkistan birliği sağlamaktı. Milli Birlik fikri 1921’de daha canlı hale geldi. Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla Buhara’ya gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden İsmail Suphi Soysallıoğlu’nun girişimleri ile Türkistan Milli Birliği Teşkilatı kuruldu. Başkanlığına da Zeki Velidi getirildi. Rusların şiddetli baskıları neticesinde Zeki Velidi, Osman Hoca, ve Müfti Sadruddin Han bölgeden uzaklaşmak zorunda kaldılar. Birliğin diğer ileri gelenlerinden Feyzullah Hoca, 1937 yılına kadar bu mücadeleyi sürdürdü.

Türkistanlıların komünist sistem içindeki durumlarını görüşmek üzere Mart 1924’de Taşkent’te kongre düzenleyen Sovyetler, kongrede birlik aleyhtarı olan Kazak ve Özbek delegeleri kışkırtarak kongreyi tam çıkmaza soktular. Dolayısıyla birlik hazasından çok ayrılık havası hakim oldu. Birliğin ileri gelenlerinden Sultan Hoca, Türkistan’ın ayrı ayrı bölmek istiyorlar diye karşı çıkınca Sovyetler tarafından etkisiz hale getirildi. Bunu takiben ayrı cumhuriyetler fikrini partiler içinde işlemeye başlayıp başarılı oldular. Türkistan’da komünist partileri beraberce Rus komünist partisine müracaat ederek ayrı cumhuriyetler kurmak istediklerini bildirdiler. Bu başvuru üzerine Rus Komünist Partisi durumu görüşerek, Türkistan’daki komünist partilerin isteklerini kabul ettiğini bildirdi (12 Haziran 1924). Bu karara itiraz etmek isteyenler oldu ise de kendilerini dinleyecek merci bulamadılar. Neticede toplanan merkezi toprak komitesi Eylül 1924’te çalışmalarını tamamladı ve bölge şöyle şekillendi: Özbek Sosyalist Cumhuriyeti, Türkmen Sosyalist Cumhuriyeti, Tacik Muhtar bölgesi (Ekim 1924’ten sonra Cumhuriyet, 1929’da Özbekistan’dan ayrıldı), Kırgız Muhtar Bölgesi (1936’da Sosyalist Cumhuriyet statüsü kazandı), Kazak Cumhuriyeti, Karakalpak Muhtar Bölgesi (Kazak Cumhuriyetine bağlı)…

Toprak komitesinin bu çalışmaları Rus Komünist Partisi tarafından onaylandıktan sonra Ekim 1924’te tamamlanarak kurulan Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Tacikistan Sosyalist Cumhuriyetleri ile, Kırgız ve Karakalpak Muhtar cumhuriyetlerinin kuruluşu gerçekleşmiş oldu.

1924’te Muhtar Kazakistan Sovyet Cumhuriyetinin merkezi Orenburg’tan Kızılorda’ya taşındı. 1928’de ise Almatı’ya taşındı. 1936’da ise tam bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oldu. Sovyet sistemine dahil olmasına rağmen 1925’i takip eden yıllarda Kazaklar büyük bir felaketle karşılaştı. Kolhozloştırma devletleştirme adı altında Kazak ekonomisinin temeli olan hayvancılığa el konuldu ve milyonlarca hayvan telef oldu. Arkasından 1929’da başlayan kıtlık 1932’ye kadar sürdü. Kazak nüfusunun yarısı açlıktan öldü. Ölenlerin sayısının 2 milyon beş yüz bin civarında olduğu bilinmektedir. 1937-38 yıllarında Stalin tarafından Sovyet karşıtı oldukları gerekçesiyle Kazak aydınları katledildi. Sovyet sisteminin daha iyi oturtulabilmesi için 1951’deki kararname ve 1954’teki Taşkent Sovyet Tarihçileri konferansında milli tarihleriyle ilgili konuları inkar etmeleri emredildi. II. Dünya Savaşı bittikten sonra Kazakistan Komünist Partisinin I. Sekreterliğine bir Kazak getirilmişti. O ve diğer yöneticiler Kruşçev’in 1950’deki Bakir Topraklar projesine karşı çıkınca, I. Sekreter Şahahmedov 1954 yılında görevinden alınarak yerine Leonid Brejnev atandı. Uygulanan proje ile 25 milyon hektar otlak arazisi tarım alanına dönüştürüldü. 3-5 Ekim 1956’da Karaganda yakınındaki Temir Tav yerleşim alanında sağlıksız evleri, düşük ücretleri protesto etmek için 1500 kişinin yaptığı direniş sonucunda yüzlerce kişi öldürülmüştür.

1956’da Brejnev’in makamından ayrılmasından sonra yerine Kazak asıllı Din Muhammed Kunayev geldi. Kunayev, Kazak kökenlileri partiye almaya çalıştığı gibi Kazakistan’ın her alanda kalkınması için elinden geleni yapmıştır. Onun 1986’da görevinden alınması ve yerine Genadi Kolbin’in tayin edilmesi sonucu üzerine başkent Almatı’da ayaklanmalar çıktı(16 aralık 1986). Kazak gençleri Kazakistan Kazaklarındır diyerek gösteriler yapmışlardı. Çok sayıda genç öldü ve tutuklandı. Sovyet yönetimi olayları durdurabilmek maksadıyla Kolbin’in yerine 10 Ocak 1987’de Saidullah Kubaşev’i getirdiler. 22 Haziran 1989’da Kazakistan Komünist Partisinin başına Nur Sultan Nazarbayev geldi. Sovyetlerin dağılması sürecinde Kazakistan 16 Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan etti.

Kırgızlar da Komünist Partisi çatısı altında kendi milli benliklerini kazanmak ve ülkelerinin kalkınması için çalışmaya başladılarsa da liderleri parti başkanı Abdulkerim Sıddıkoğlu 1925’te sürgüne gönderildi. 1926’da ise K.Kudaykuloğlu ve D.Bakahanoğlu gibi önderler görevden uzaklaştırıldı. 1927-28’deki kolhozlaştırma siyasetinden Kırgızlar da çok zarar gördü. 1926’da Narın’da bir isyan çıktı ise de netice alınamayınca binlerce Kırgız, Çin Halk Cumhuriyetine kaçtı.

Kırgızların Sovyet dönemindeki kaderi de ekonomik zorluklar içinde gelişmiştir. Aslında bir fizik bilgini olan Askar Akayev 27 Ekim 1990’da Kırgızistan devlet başkanı seçildi. Sovyetlerin dağılması üzerine 31 Ekim 1991’de Kırgızistan bağımsızlığını ilan etti.

1924 yılındaki düzenlemede Özbekistan Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştu. Tacikistan Muhtar Sosyalist Cumhuriyeti olarak başlangıçta Özbekistan’a dahildi. Ancak, 1929’da Tacikistan ayrı bir sosyalist cumhuriyet oldu. 1936’da Karakalpak Muhtar bölgesi Kazakistan’dan ayrılıp Özbekistan’a katıldı 1937-38 yılında milliyet oldukları için yapılan kıyımda başbakan Feyzullah Hocayev ve Özbekistan Komünist Partisi I. Sekreteri Ekmel İkramov başta olmak üzere çok sayıda devlet adamı ve aydın idam edildi. II. Dünya Savaşı sonrası Komünist Partinin başına geçen Abdulkadir Muhiddinov, Kruşçev zamanında yaptığı uygulamalarla halka biraz nefes aldırdı. 1959’da onun milliyetçi tutumları dikkat çektiği için görevinde alınarak yerine Şeref Reşidov tayin edilmiştir.

Haziran 1989’da Özbekistan Komünist Partisi başına getirilen İslam Kerimov’un önderliğinde 20 Haziran 1990’da egemenliğini, 31 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etti.

Türkmenler de kendi cumhuriyetlerini 1924’de Sovyet sistemine göre almışlardı. 13 Mayıs 1925 yılında Türkmenistan’ın Sovyetler birliğinin bir parçası olduğu ilan edildi. 1937-38 yıllarında Türkmenistan Yüksek Sovyetinin başkanı Nadirbay Aytakov ile başbakan Gaygısız Atabay sürgüne gönderildi. 1930’lu yıllarda kollektifleştirme sonucu Türkmenler de büyük zarar gördü. 1930-31, 1948 ve 1950 yıllarında Sovyet rejimine karşı direnişler olmuştur.

22 haziran 1990’da egemenliğini ilan eden Türkmenistan, 26 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Aslen bir elektrik mühendisi olan Sapar Murad Niyazov (Türkmenbaşı) 1985’te Türkmenistan Komünist Partisi I. Sekreterliğine seçildi. Türkmenbaşı halen Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı görevini yerine getirmektedir.

Bibliyografya

Aka, İ., Timur ve Devleti, Tarihte Türk Devletleri, C.I, Ankara, 1987.

Amancalov, K., Turki Halktarının Tarihı, 3 c., Almatı, 1999.

Arat, R. Rahmeti, Karakalpaklar, İslam Ansiklopedisi (İA), C. VI, İstanbul, 1988.

Arat R. Rahmeti. Kazakistan, İslam Ansiklopedisi (İA), C. VI, İstanbul, 1988.

Arat R. Rahmeti, Kırgızistan, İslam Ansiklopedisi (İA), C. VI, İstanbul, 1988.

Barfield, T.J., The Perilous Frontier, Massachusetts 1989

Barthold,V. , Hokand, İslam Ansiklopedisi (İA), C. 5/1, İstanbul, 1950.

Barthold, V., Buhara, İslam Ansiklopedisi (İA), C. 2, İstanbul, 1988.

Barthlod, V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927.

Barthold, V., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, (Haz. H. D. Yıldız), İstanbul, 1981.

Baştav, ?., Hazar Kağanlığı Tarihi, Tarihte Türk Devletleri I, Ankara, 1987.

Bekmahanov, E., Kazakistan SSR Tarihı, Almatı, 1960.

Cagnat, R., -Jan, M., İmparatorluklar Beşiği (çev. E. Akbulut - A. ?ensulay), İstanbul, 1992.

Chavannes, E., Documents Sur les Tou-kiue(Turcs) Occidentaux, Paris, 1941.

Cüveynî, A., Tarih-i Cihan Güşâ, (çev. M.Öztürk), Ankara, 1988.

Durmuş, İ., İskitler(Sakalar), Ankara, 1993.

Eberhard, W., Çin’in ?imal Komşuları, (çev. N. Uluğtürk), Ankara, 1942.

Golden, P. B., Türk Halkları Tarihine Giriş, Ankara, 2002.

Gömeç, S., Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Konya, 1997.

Grousset, R., Bozkır İmparatorluğu (çev. R.Uzmen), İstanbul, 1981.

Gürün, K., Türk - Sovyet İlişkileri, Ankara, 1991.

Hayıt, B., Rusya ve Çin Arasında Türkistan, Ankara, 1975.

İstoriya Kazakhstana i Sentralnoy Azii, Almatı, 2001.

Kafalı, M., Timur, İslam Ansiklopedisi (İA), C.12/1, İstanbul, 1988.

Kafalı, M., Altın-Orda Hanlığı(1227-1502), Tarihte Türk Devletleri II, Ankara, 1987.

Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, İstanbul 1987.

Kafesoğlu, İ., Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1984.

Köymen, M. A., Selçuklu Devleti Türk Tarihi, Ankara, 1992.

Kurat, A. N., IV. - XVIII Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri, Ankara, 1972.

Kurat, A. N. - Temir A., Sibir (Sibirya Hanlığı), Türk Dünyası El Kitabı, C.1-2, Ankara, 1992.

Kuzgun, ?., Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985.

Lattimore, O., Inner Asian Frotiers of China, New York, 1988.

Le Strange, The Lands of The Eastern Caliphate, Cambridge, 1905.

Ligeti, L., Bilinmeyen İç Asya (çev. S. Karatay), Ankara, 1986.

Mackerras, C., The Uighur Empire, According to the T’ang Dynastic Histories, Canberra, 1972.

Merçil, E., İlk Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara, 1991.

Mirza Muhammed Haidar Dughlat, The Tarikh-i Rashidi (İng. çev. E. D. Ross), London, 1895.

Ögel, B., Türk Mitolojisi, Ankara, 1994.

Ögel, B., İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1987.

Özbekistan SSR Tarihi, Taşkent, 1974.

Rasonyi, L., Tarihte Türklük, Ankara, 1988.

Roux, J. P., Moğol İmparatorluğu Tarihi, İstanbul, 2001.

Roux, J. P., Orta Asya, İstanbul, 1999.

Saray, M., Türkistan Türkleri, İstanbul, 1984.

Saray, M., Azerbaycan Türkleri Tarihi, İstanbul, 1993.

Saray, M., Kazak Türkleri Tarihi, İstanbul, 1993.

Saray, M., Kırgız Türkleri Tarihi, İstanbul, 1993.

Saray, M., Özbekistan Türkleri Tarihi, İstanbul, 1993.

Saray, M., Türkmen Tarihi, İstanbul, 1993.

Sinor, D., Erken İç Asya Tarihi, İstanbul, 2000.

Spuler, B., İran Moğolları (çev. C. Köprülü), Ankara, 1987.

Sümer, F., Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri - Boy Teşkilatı - Destanları, Ankara, 1972.

?eşen, R., İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1985.

Taşağıl, A., Gök-Türkler I, Ankara, 1995.

Taşağıl, A., Gök-Türkler II, Ankara, 1998.

Togan, Z. V., Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981.

Togan, Z. V., Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981.

Togan, Z. V., Hatıralar, İstanbul, 1969.

Türkmenistan SSR Tarihi

Nazarbayev’den ´Türk Asrı´ projesi


Nursultan Nazarbayev, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ev sahipliğinde Antalya’da düzenlenen ''Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları 8. Doruk Toplantısı''nda yaptığı konuşmada, Türk dünyasını birbirine daha da yakınlaştıracak, kardeşlik ve iş birliğine yönelik atılacak somut adımların sıklaştırılması gerektiğini vurguladı.

Nazarbayev şöyle konuştu:
"Halklarımızın ekonomik durumu seneden seneye iyileşmektedir. Bu da eğitim ve kültür alanındaki tasarıları gerçekleştirmeye imkan sağlamaktadır. Türk dili konuşan ülkeler arasındaki kültür ilişkilerini geliştirerek, kendi dillerimizi, ortak tarih, sanat edebiyat ve şiir antolojileri yayınlanması ve bu eserlerin dünya dillerine tercüme edilmesini sağlamalıyız. Böylece tüm dünya bizi tanıyacaktır."
Kazakistan’ın Türk dili konuşan devletlerle uzay alanında bilimsel araştırmalar yapmaya hazır olduğuna da değinen Nazarbayev, "Kazakistan bu yıl ilk yer uydusunu fırlattı. 2008 yılında ikinci bir yer uydusunu fırlatmayı planlamış bulunmaktadır. Bu yönde birlikte etkinliklerde bulunabiliriz" dedi.
Küreselleşme sürecinin Türk milli kimliğine yönelik tehdide karşı konulması gerektiğine de işaret eden Nazarbayev şöyle konuştu:
"Türk dili konuşan devletlerin ortaklığıyla kurulan Türksoy adlı kuruluşla bu işler yapılabilir. Kaynağını Göktürklerden alan ortak tarihi genç kuşaklara aktarabilmeliyiz. Hoca Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmud, Mevlana, Farabi ve Fatih Sultan ve diğer yüce atalarımızı bilmek ve onları genç kuşağa öğretmek ödevimiz olmalıdır. Birlik ve beraberlik bayrağımızı bu yolla yükseklere taşıyalım. Bir diğer önemli husus da Türk dili konuşan halkların bilimsel ve sanatsal edebiyatlarının ortak fonunu oluşturmaktır. Kültür, bilim ve eğitim alanındaki iş birliğimizin pekiştirilmesinin yanı sıra ekonomik ilişkileri de geliştirmeliyiz."
Sadece yük taşımacılığı meselesini çözmenin bile çok yararlı olacağına değinen Nursultan Nazarbayev şöyle devam etti:
"İlk önce Meşhed üzerinden Almatı-İstanbul konteyner yük taşıma hattını hayata geçirmek suretiyle atalarımızın İpek Yolu’nu tekrar canlandırmış oluruz. Karayolları da aramızdaki ticaret ilişkilerini geliştirecektir. Kazak petrolünü Türk ve Batı pazarına ulaştırmayı Bakü-Tiflis-Ceyhan Projesi ile sağlamış oluruz.
Kazakistan şu anda çağımızın taleplerine uygun milli tankerler donanmasını hazırlayıp, bu işi etkin olarak başlatmış bulunmaktadır. Dünya ekonomisinin enerji kaynaklarına olan talebinin artmış olduğu bilinmektedir. Kazakistan petrol ve doğal gaz konusundaki iş birliğine önem vermektedir. Kazakistan hidro karbon kaynaklarının dünya pazarına götürülmesi önemlidir. Türkiye’nin, geçiş yolu fazla olan bir ülke olarak, petrol ve doğal gazı ulaştırma çalışmaları gibi uluslararası projelere katılmasını destekliyoruz."
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev, Türk dili konuşan ülkelerin iş adamları arasındaki yakın iş birliğinin de sistemli bir hale getirilmesi gerekliliğini vurguladı. Türkiye’nin bu alandaki tecrübesi ve olanaklarının yeterli olduğunu kaydeden Nazarbayev, "Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türk Dili konuşan ülkelerin ticaret ve sanayi odalarıyla iş birliği yapmalı ve gerekirse odalar karşılıklı olarak temsilcilik açmalı" diye konuştu.

ORTA ASYA DEVLETLERİ BİRLİĞİ
Kazakistan’ın Dünya Ticaret Örgütüne, Türkiye’nin de AB’ye girmesinin gelecekte Türk dünyasının ekonomik ve finans ilişkileri aracılığıyla bütünleşme sürecine ivme kazandıracağını anlatan Nazarbayev, şöyle devam etti:
"Bu bakımdan Orta Asya Devletleri Birliğini kurma girişimimiz de söz konusu süreci olumlu etkileyecektir. Bu konudaki iş birliğinin olumlu örnekleri mevcuttur. Örneğin Orta Asya ülkelerin uluslararası düzeydeki çevresel tehdit olan Aral Gölü meselesini çözme çalışmasında uluslararası Aral’ı Kurtarma Vakfının kurulması gibi birlikte oluşturulmuş başarılı adımlar mevcuttur."
Türk dünyasının birlik ve beraberlik fikrinin pekişmesiyle istikrarlı gelişme olanağının artacağı inancında olduğunu tekrarlayan Nazarbayev, şöyle konuştu: "Yüce Atatürk, yüzyılın başında, Orta Asya ve Kafkaslar’da kardeş Türk halklarının bulunduğunu ve gelecekte onların bir araya geleceğini ileri görüşlülükle ifade etmişti. Şu anda Atamızın o dileği kabul oldu. Şu an Türk dili konuşan kardeş ülkelerin devlet başkanları bir araya gelmiş bulunmaktayız."

AKSAKALLILAR KURULU
Doruk toplantılarında çok önemli kararlar alınmasına rağmen, maalesef bazılarının gerçekleşmeyip, rafa kaldırıldığından da yakınan Nursultan Nazarbayev, "Türk dili konuşan devletlerin aksakallılar kurulunu oluşturup, onun üyeleri olarak Türk dünyasındaki siyaset, toplum ve sanat camiası temsilcilerini toplayalım. Bu kurulun başkanı olarak da 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i öneriyorum" dedi.
Nazarbayev, Türk dili konuşan ülkelerin parlamentolar arası asamblesini oluşturma girişimini de 83 yıllık geçmişe sahip TBMM’ye önermek istediğini ifade etti.
Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini de belirten Nazarbayev, sorunların barış yoluyla çözülmesini istediklerini bildirdi. Nazarbayev şunları söyledi:
"Bütünleşmemiz, bulunduğumuz coğrafyayı istikrara, gönence, ekonomik bağımsızlığa götürecek yoldur. Ancak böyle Türk dünyasının parlak geleceğine sahip olabileceğiz. 21. asırda büyük başarılara imza attık. Ekonomi, siyaset ve uluslararası ilişkilerde büyük sonuçlara ulaştık. 21. yüzyılı, hız kesmeden, Atatürk’ün hayalini kurduğu Türk birliği ve gelişimi yüzyılına dönüştürelim."
Şu anda, Kazakistan ve Türk dili konuşan devletler arasında çözüme kavuşmamış herhangi bir mesele olmadığına da dikkati çeken Nazarbayev, "Bağımsızlığın kazanıldığı 15 yılda askeri, ekonomik, siyasi, bilimsel, kültürel ve teknolojik ilişkiler ile karşılıklı etkileşim giderek stratejik ortaklığa dönüştü" dedi.

Cuma, Şubat 16, 2007

Viladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma

Sayın Federal Almanya Şansölyesi, Sayın Teltschik, bayanlar ve baylar, hepinize çok teşekkür ederim.

40’ın üzerinde ülkeden siyasetçi, askeri yetkili, girişimci ve uzmanları bir araya getiren böylesine bir konferansa katılmaktan dolayı son derece memnunum.

Bu konferans, yapısı gereği, aşırı derecede kibar ve yuvarlak, hoş ama içi boş diplomatik terimlerle konuşmaktan kaçınmama imkan veriyor. Konferansın formatı, uluslararası güvenlik sorunları hakkında gerçekten ne düşündüğümü belirtmeme olanak tanıyor. Ve şayet görüşlerim arkadaşlarıma alışılmadık ölçüde polemik, iğneleyici ve hatalı geliyorsa, sizden bana öfkelenmemenizi isteyeceğim. Sonuçta, bu sadece bir konferans. Ve umarım, Sayın Teltschik konuşmamın ilk dakikalarında, şurada duran kırmızı ışığa basmaz.

Uluslararası güvenliğin askeri ve siyasi istikrarla ilgili konuların ötesinde bir kapsama sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Küresel ekonomideki istikrar, yoksullukla mücadele, ekonomik güvenlik ve medeniyetler arasında bir diyalog ortamı oluşturulması bu kapsamda değerlendirilir.

Güvenliğin bu evrensel ve bölünmez niteliği, ‘bir kişinin güvenliği herkesin güvenliği demektir’ şeklindeki temel ilke ile ifade edilir. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği ilk yıllarda Franklin D. Roosevelt’in dediği gibi: “Bir yerde barış bozulduğunda, tüm ülkelerin barışı tehlikeye düşer”.

Bu sözler bugün de geçerliliğini koruyor. Konferansımızın konusu olan, küresel krizler ve küresel sorumluluklar, buna örnek niteliğindedir.

Yalnızca yirmi yıl önce, dünya ideolojik ve ekonomik açıdan bölünmüş durumdaydı ve küresel güvenliği sağlayan şey iki süper gücün devasa stratejik potansiyeliydi.

Bu küresel rekabet, uluslararası toplum ve dünyanın gündemine en sert ekonomik ve sosyal sorunları getirmiştir. Ve, her savaşta olduğu gibi, Soğuk Savaş bize patlamamış bombalar bırakmıştır; bunu sembolik olarak söylüyorum. Burada kastettiğim, ideolojik düşünce kalıpları, çifte standartlar ve Soğuk Savaş bloğuna özgü düşünce biçiminin diğer yansımalarıdır.

Soğuk Savaş sonrasında öngörülen tek kutuplu dünya da kendini gerçekleştirememiştir.

İnsanlık tarihi elbette tek kutuplu dönemler geçirmiştir ve dünya liderliğini elde etme arzularına şahitlik etmiştir. Fakat, dünya tarihinde ne olmamıştır ki?

Ancak, tek kutuplu dünya nedir? Bunu ne kadar süslerseniz süsleyin, netice itibariyle tek tip durum, tek erk, tek güç merkezi, tek efendi anlamına gelir.

Tek egemenin, tek efendinin olduğu bir dünya demektir. Sonuç olarak, bu durum sadece sistemin içindekiler için değil, aynı zamanda egemenliği elinde bulunduran için de ölümcüldür, çünkü onu içeriden yıkar.

Ve bunun demokrasiyle kesinlikle hiçbir ortak noktası yoktur. Çünkü, bildiğiniz gibi, demokrasi azınlığın menfaat ve fikirleri ışığında, çoğunluğun iktidarı demektir.

Rusya olarak, bize birileri hep demokrasiyi öğretiyor. Fakat her nedense, bize demokrasiyi öğretenler, kendileri öğrenmek istemiyor.

Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkansız olduğu kanaatindeyim. Ve bunun tek sebebi, günümüz dünyasında tekil liderliğin varlığı halinde, askeri, siyasi ve ekonomik kaynakların yetersiz kalacak olması değildir. Bundan daha önemlisi, model bizatihi kendisi kusurludur, çünkü esası gereği modern uygarlık için ahlaki bir temel yoktur ve olamaz.

Bunun yanı sıra, şu anda dünyada olan ve tartışmaya henüz başlamış olduğumuz şey, geçici bir kavramdır, tek kutuplu dünya kavramı.

Peki, sonuçları nelerdir?

Tek taraflı ve çoğu kez gayri meşru olan eylemler hiçbir soruna çare olmamıştır. Üstelik, yeni insanlık trajedilerine sebep olmuş ve yeni gerilim noktaları yaratmıştır. Kendi kendinize değerlendirin: savaşlar ile yerel ve bölgesel çatışmalar son bulmamıştır. Sayın Teltschik bu konuya yumuşak bir dille değinmiştir. Bu çatışmalarda kaybolan ve hatta ölen insanların sayısı eskisinden daha fazladır. Çok daha fazla, çok daha fazla!

Bugün, uluslararası ilişkilerde gücün – askeri gücün – neredeyse sınırsız kullanımına şahitlik ediyoruz. Bu güç, dünyayı daimi çatışmalara sürüklemektedir. Sonuç olarak, bu çatışmaların hiçbirine kapsamlı bir çözüm bulacak güce sahip değiliz. Siyasi bir çözüm bulunması da imkansız hale geliyor.

Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçen gün artan bir şekilde küçümsendiğini görüyoruz. Ve aslına bakılacak olursa, bağımsız yasal normlar, gittikçe bir devletin hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet, en önemlisi ve en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine geçmiştir. Diğer uluslara dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalar bunun kanıtıdır. Peki, bundan kim hoşnut? Kim bundan memnun kalıyor?

Uluslararası ilişkiler alanında, herhangi bir sorunun, mevcut siyasi atmosfere bağlı olarak, sözüm ona siyasi olarak öncelikli konulara göre çözümlenmesi yönünde bir iradenin baskın hale geldiğini görüyoruz.

Elbette, bu son derece tehlikeli bir durumdur. Bunun sonucunda, hiç kimse kendini emniyette hissetmiyor. Bunu vurgulamak istiyorum – hiç kimse kendini emniyette hissetmiyor. Çünkü, hiç kimse uluslararası hukukun taştan bir duvar gibi kendilerini koruyacak durumda olduğunu hissedemiyor. Elbette, bu türden bir politika silahlanma yarışını da tetikliyor.

Bu gücün hakimiyeti, kaçınılmaz olarak, bazı ülkeleri kitle imha silahları edinmeye teşvik ediyor. Ayrıca, daha önce bilinseler de, yeni bazı önemli tehditler ortaya çıkmıştır, ve bugün, terörizm gibi tehditler küresel bir nitelik kazanmıştır.

Küresel güvenliğin yapısı konusunda ciddi şekilde düşünmemizin zamanının geldiği kanaatindeyim.

Bunu yaparken, uluslararası bir diyalog ortamı içinde, tüm katılımcıların menfaatleri arasında makul bir dengeyi bulmaya çalışmalıyız. Özellikle, uluslararası manzara çok çeşitli olduğundan ve çok hızlı bir şekilde değiştiğinden, bu değişimler pek çok ülkede ve bölgede dinamik gelişmeler şeklinde görülmektedir.

Sayın Federal Almanya Şansölyesi bu hususa daha önce değinmişti. Hindistan ve Çin gibi ülkelerin, alım gücünün paritesine göre ölçülen kombine GSYİH’leri ABD’ninkinden fazladır. Benzer bir hesapla, BRIC ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) GSYİH’si AB’nin kümülatif GSYİH’sini geçmektedir. Uzmanlara göre, bu fark gelecekte daha da artacaktır.

Yeni küresel büyüme merkezlerinin sahip olduğu ekonomik potansiyelin kaçınılmaz olarak siyasi nüfuza dönüşeceğinden ve çok kutupluluğu güçlendireceğinden şüphelenmemize neden yoktur.

Bununla bağlantılı olarak, çok taraflı diplomasinin rolü de önemli ölçüde artmaktadır. Siyasette açıklık, şeffaflık ve öngörülebilirlik gibi prensiplere ihtiyaç duyulmasına itiraz edilemez ve güç kullanımı gerçekten istisnai bir tedbir olmalıdır; tıpkı belli devletlerin adli sistemlerinde idam cezasının uygulanması gibi.

Ancak, bugün gördüğümüz bunun tam tersi; öyle ki, katiller ve diğer tehlikeli suçlular için bile idam cezasını yasaklayan ülkeler, meşru olduğu düşünülemeyecek askeri operasyonlara çok kolay bir şekilde katılabilmektedir. Aslında, bu çatışmalarda insanlar öldürülüyor – yüzlerce, binlerce sivil insan.

Fakat, bu tehditlere karşı koyacak imkanlara sahip miyiz? Kesinlikle evet. Yakın tarihe bakmamız yeter. Bizim ülkemiz demokrasiye barış içinde geçmedi mi? Aslında, biz Sovyet rejiminin barışçıl şekilde dönüşümüne tanıklık ettik, barışçıl bir dönüşüm! Ve ne rejimi! Nükleer silahlar dahil, daha kaç silahla! Biz neden bulduğumuz her fırsatta bombalar atmaya ve mermiler sıkmaya başlamıyoruz? Yoksa, karşımızda bizi etkileyecek bir tehdit olmadığında, siyasi kültürümüzü, demokratik değerlere ve hukuka olan saygımızı mı yitiriyoruz?

Askeri gücün kullanımı konusunda karar verecek tek mekanizmanın, son merci olarak, Birleşmiş Milletler Kuruluş Sözleşmesi olduğu kanaatindeyim. Ve bu bağlamda, ya ben İtalya Savunma Bakanı’nın biraz önce söylediğini yanlış anladım, ya da onun söylediği şey eksikti. Her halükarda, güç kullanımının meşru görülebilmesi için, kararın NATO, AB veya BM tarafından alınmış olması gerektiğini anladım. Şayet gerçekten böyle düşünüyorsa, bakış açılarımız farklı demektir. Ya da ben yanlış duydum. Güç kullanımının meşru kabul edilebilmesi için mutlaka BM tarafından onaylanması gerekir. Ve BM yerine NATO ya da AB’yi koymamıza gerek yok. Ne zaman ki, BM uluslararası toplumun güçlerini gerçek anlamda birleştirir ve çeşitli ülkelerdeki olaylara gerçekten tepki gösterebilecek hale gelir, ve biz uluslararası hukuku göz ardı etmeyecek duruma gelirsek, o zaman durum değişebilir. Aksi halde, şu anki durum bir çıkmaza gidecektir ve yapılan ciddi hataların sayısı katlanarak artacaktır. Buna paralel olarak, uluslararası hukukun gerek kavramsal olarak gerek normlarının uygulanması bakımından evrensel bir niteliğe kavuşması gerekmektedir.

Demokratik siyasi faaliyetlerin tartışılması gerektiği ve zorlu bir karar verme sürecinden geçmesi gerektiği de unutulmamalıdır.

Sevgili baylar ve bayanlar!

Uluslararası ilişkilerin istikrarsızlaşmasından kaynaklanan potansiyel tehlike, silahsızlanma konusunda görülen duraksama ile bağlantılıdır.

Rusya, bu önemli konuda diyalogun yenilenmesini desteklemektedir.

Silahların azaltılmasına yönelik uluslararası yasal çerçevenin korunması ve buna bağlı olarak nükleer silahların azaltılması sürecine süreklilik kazandırılması önemlidir.

Amerika Birleşik Devletleri’yle, nükleer stratejik füze kapasitemizi 31 Aralık 2012 tarihine kadar 1700-2000 nükleer savaş başlığına kadar düşürmeyi kararlaştırdık. Rusya, üzerine aldığı yükümlülükleri harfiyen yerine getirmeye kararlıdır. Umuyoruz ki, ortaklarımız da şeffaf bir hareket tarzı benimserler ve zor günler için bir köşeye gereğinden fazla nükleer savaş başlığı ayırmazlar. Ve şayet bugün ABD Savunma Bakanı ABD’nin bu gereğinden fazla silahları bir depoda, ya da tabiri caizse, yastık altında, saklamayacağını açıklarsa, bu açıklamayı hep beraber ayakta alkışlamayı öneriyorum. Bu açıklama çok önemli bir adım olacaktır.

Rusya, Nükleer Silahsızlanma Antlaşmasına ve füze teknolojileri çok taraflı denetim rejimine harfiyen uymaktadır ve daha da fazla uyma kararlılığındadır. Bu dokümanlarda yer verilen ilkeler evrensel ilkelerdir.

Bununla bağlantılı olarak, 1980’ lerde SSCB ve ABD’nin çok sayıda kısa ve orta menzilli füzenin yok edilmesine yönelik bir anlaşma imzalamıştır, ancak, bu dokümanlar evrensel nitelik taşımamaktadır.

Bugün, pek çok diğer ülke füzelere sahip; bunlar arasında, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Kore Cumhuriyeti, Hindistan, İran, Pakistan ve İsrail yer almaktadır. Birçok ülke bu sistemler üzerinde çalışmakta ve bunları silah stoklarının bir parçası haline getirmeyi planlamaktadır. Ve bu silah sistemlerini üretmeme sorumluluğunu sadece ABD ve Rusya taşımaktadır.

Bu koşullar altında, kendi güvenliğimizi sağlama konusunda bir kez daha düşünmemiz gerektiği aşikardır.

Aynı zamanda, yeni yüksek teknoloji silahların ortaya çıkmasını engellemek mümkün değildir. Hatta gün gelecek savaşmak için özellikle uzayda yeni alanlar ortaya çıkacak. Yıldız Savaşları artık bir hayal değil, gerçek. 1980’ lerin başında Amerikalı ortaklarımız çoktan kendi uydularını vurabilecek durumdaydılar.

Rusya’ nın fikri, uzaydaki silahlanma uluslar arası toplum için tahmin edilemeyecek sonuçlara sahip olabilir, ve bir nükleer çağın başlangıcından daha azını tetiklemez. Ve silahların uzayda kullanılmasını engellemenin ilk adımını oluşturacak birden fazla girişimde bulunduk.

Bugün uzaydaki silahlanmanın engellenmesi üzerine bir anlaşmanın projesini hazırladığımızı memnuniyetle söyleyebilirim. Ve yakın gelecekte bu anlaşma ortaklarımıza resmi önerge olarak gönderilecek. Gelin bu konu üzerinde birlikte çalışalım.

Füze savar (anti-missile) savunma sistemi’ nin belirli elementlerini Avrupa’ya genişletme planları bize yardım etmez; tam tersine bizi rahatsız eder.Kimin bir sonraki adıma, ki bu durumda bu adım kaçınılmaz bir silah yarışı olacaktır, ihtiyacı var? Benim Avrupa’ lıların kendinin ihtiyacı olduğuna dair derin şüphelerim var.

Sözüm ona problem ülkelerde Avrupa için tehdit oluşturacak, beş bin - on bin kilometre menzilli füze bulunmuyor ki. Ve yakın gelecekte de bulunmayacak; tahmin bile edilmeyecek. Ve Amerika topraklarına Avrupa üzerinden olası herhangi bir füze gönderilmesi, mesela Kuzey Kore füzesi, füze bilimine aykırı bir durumdur. Rusya’da bir söz vardır, bu durum sol kulağını sağ elinle tutmak gibidir.

Ve burada, Almanya’ da, Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması’ nın acınası durumundan bahsetmeden de geçemeyeceğim.

Değiştirilmiş Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması 1999 yılında imzalanmıştır. Bu antlaşmada yeni bir jeopolitik gerçek, isim vermek gerekirse Varşova bloğunun ortadan kaldırılması göz önünde bulundurulmuştur. Aradan yedi yıl geçti fakat bu belgeyi sadece Rusya Federasyonu’nun da içinde bulunduğu 4 ülke onayladı.

NATO ülkeleri, Rusya, Gürcistan ve Moldova’ daki askeri üslerini kapatmadıkça, (yan bölgelere belli sayıda silahlı kuvvetin konuşlandırılması hakkındaki), yan savunma hükümleri de dahil olmak üzere, bu antlaşmayı onaylamayacağını açıkça duyurdu. Ordumuz Gürcistan’ dan hızlandırılmış bir programla ayrılıyor. Gürcistan ile olan problemlerimizi herkesin de bildiği gibi çözmüş bulunmaktayız. Moldova’ da ise halen barışı korumaya yönelik operasyonlar düzenleyen ve Sovyet döneminden kalan mühimmatla depoları koruyan 1500 görevlimiz bulunmaktadır. Bu sorunu sürekli Sayın Solana ile tartışıyoruz ve o da bizim durumumuzu biliyor. Biz bu yönde daha fazla çalışma yapmaya hazırız.

Lakin, aynı zamanda ne oluyor? Bu sırada, sözüm ona esnek her birinde beş bin asker bulan cephe hattı Amerika üsleri oluşturuluyor. Sonuçta da NATO ön cephe güçlerini bizim sınırlarımıza yerleştiriyor, ve biz antlaşmanın yükümlülüklerini harfiyen yerine getirmeye devam ediyor, bu hareketlere tepkisiz kalıyoruz.

Bence, NATO’ nun genişlemesinin İttifakın kendi modernizasyonu veya Avrupa’da güvenliğin sağlanması ile hiçbir ilgisi olmadığı gayet açık. Tam aksine Müşterek güvenin seviyesini düşüren ciddi bir provokasyonu temsil etmektedir. Ve şu soruları sorma hakkımız var; bu genişleme kime karşı? Ve Varşova Paktı’ nın sona ermesinden sonra oluşturulan batılı ortaklarımızın sözüne ne oldu? O demeçler bugün nerde? Kimse onları hatırlamıyor bile. Ama ben bu topluluğa söylenenleri hatırlatıyorum. NATO Genel Sekreteri Sayın Woerner’ in 17 Mayıs 1990 tarihinde Brüksel’ de yaptığı konuşmasından alıntı yapmak istiyorum. O tarihte dedi ki; “ Almanya’nın dışına bir NATO ordusu yerleştirmemeye hazır olduğumuz gerçeği Sovyetler Birliği’ ne kesin bir güvenlik garantisi verir”. Bu garantiler nerede?

Berlin Duvarı’ nın taşları ve betonarme blokları çoktan hediyelik eşya olarak dağıtıldı. Ama unutmamalıyız ki Berlin Duvarı’nın çöküşü demokrasi, özgürlük, açıklık ve büyük Avrupa ailesinin tüm fertleriyle kalıcı ortaklık adına yapılan; “bizim halkımız tarafından da yapılmış” , tarihi bir tercihtir.

Ve şimdi bize yeni ayırma çizgileri, duvarlar empoze ediyorlar- bu duvarlar sanal olabilir ama bölüyorlar, kıtamızı parçalıyorlar. Ve bu yeni duvarı sökmek ve yıkmak için bir kez daha yıllar ve on yıllar ; ve de bir çok siyasi jenerasyon edinmemiz mümkün mü?

Sevgili Bayanlar ve Baylar,

Biz kesinlikle silahsızlanma rejimin güçlendirme taraftarıyız. Şu anki uluslar arası yasal prensipler barış amaçlı nükleer yakıtı üretme teknolojilerini geliştirmemize müsaade ediyor. Ve birçok ülke enerji özgürlüğünün temelini oluşturmak için birçok geçerli sebebe dayanarak kendi nükleer enerjisini üretmek istiyor. Ama bu teknolojilerin anında nükleer silahlara dönüştürülebildiğini de biliyoruz.

Bu durum ciddi uluslar arası gerginliklere neden olur. İran’ın nükleer programı da bu duruma somut bir örnektir. Ve uluslar arası toplum bu duruma geçerli bir çözüm bulmazsa dünya buna benzer istikrarsızlaştırıcı krizlerin acısını çekmeye devam eder; çünkü İran’dan daha önde ülkeler var. Bunu hepimiz biliyoruz. Biz kitle imha silahlarının çoğalma tehdidiyle sürekli savaşacağız.

Geçtiğimiz yıl Rusya, uranyumu zenginleştirmek için uluslar arası merkezler kurmanın ilk adımını sundu. Biz bu tip merkezlerin sadece Rusya’da değil, sivil nükleer enerjinin yasal esas olduğu diğer ülkelerde de bulunması olasılığına açığız. Nükleer Enerjisini geliştirmek isteyen ülkeler bu merkezlerden yakıt üreteceklerini garanti edebilirler. VE tabi ki bu merkezler katı Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) denetimi altında işler.

Amerikan başkanı George W. Bush’ un attığı son adımlar Rusya’nın önergelerine benzerlik gösteriyor. Bence Rusya ve ABD nesnel ve eşit bir şekilde kitle imha silahlarının ve bunların geliştirilmesinin yaygınlaşması rejimini güçlendirmekle ilgileniyor. Yaygınlaşmada yeni ve daha katı ölçüler geliştirmede lider rolünü nükleer ve füze kapasitelerinde öncü olan bizler üslenmeliyiz. Rusya böyle bir görev için hazırdır. Bizler Amerikalı arkadaşlarımızla görüme sürecindeyiz.

Genel olarak, kendi nükleer yakıt döngüsündeki kapasitelerini kurmanın ülkelerin kendi işi olmayacağı, ama yine de kendi nükleer enerjilerini geliştirme ve enerji kapasitelerini güçlendirme fırsatlarının olduğu bütün bir siyasi motivasyon ve ekonomik uyarıcı sistemini kurmak hakkında konuşmalıyız.

Buna bağlı olarak, Uluslar arası Enerji Ortaklığından biraz daha detaylı bahsedeyim. Sayın Federal Almanya Şansölyesi da bu konuya kısaca değindi. Rusya, enerji sektöründe herkes için geçerli standart Pazar prensipleri ve saydam şartlar oluşturmaya çalışmaktadır. Enerji ücretlerinin siyasi spekülasyonlar ve ekonomik baskı veya şantajla değil de Pazar tarafından belirlenmesi gerektiği gayet açıktır.

Biz ortaklığa açığız. Yabancı şirketler tüm büyük enerji projelerimize dahil olmaktadır. Farklı kaynaklardan alınan verilere göre; Rusya’da petrol çıkarma işinin %26’ lara varan kısmı, lütfen bir düşünün, yabancı sermayeye aittir. Örnek verin, bana Rusya’nın batılı ülkelerin kilit ekonomik sektörlerine dahil olmasına örnek verin. Bu tür örnekler bulamazsınız.

Rusya’ daki yabancı yatırımlarla Rusya’nın diğer ülkelerdeki yatırımlarının oranını da hatırlatmak istiyorum. Bu oran neredeyse elliye birdir. Ve burada Rusya ekonomisinin sağlamlığına ve açıklığına açık bir örnek görüyorsunuz.

Ekonomik güvenlik, herkesin ortak kurallara bağlı kalacağı sektördür. Biz buna adil bir şekilde katılmaya hazırız.

Bu yüzden Rusya Ekonomisinde daha da çok fırsatlar ortaya çıkıyor. Uzmanlar ve batılı ortaklarımız bu değişimleri değerlendirmektedir. Rusya’ nın OECD’ deki kredi puanının artması ve dördüncü gruptan üçüncü gruba yükselmesi gibi...Ve bugün Münih’ te bu konferansı Alman dostlarımızın yukarıdaki konuda yardımlarına bir teşekkür olarak kullanıyorum.

Dahası, bildiğiniz gibi, Rusya’ nın Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ‘ne katılma süreci son aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Uzun süredir konuşmanın özgürlüğü hakkında kelimeler, bağımsız ticaret, ve eşit haklar, bazı sebeplerden dolayı Rusya pazarıyla ilgili olarak çeşitli konuşmalar duymakta olduğumuzu belirtmek isterim.

Ve doğrudan küresel güvenliği etkileyecek önemli bir konu daha var. Bugün birçok kişi yoksulluk hakkında konuşuyor. Bu kürede aslında ne oluyor? Bir yandan dünyanın en fakir ülkelerine yardım amaçlı programlar için parasal kaynaklar ayrılıyor, hatta bazen çok büyük kaynaklar ayrılıyor. Ama dürüst olmak gerekirse, çoğumuz biliyoruz ki bu yardımlar yardımı yapan ülkenin şirketlerinin de aynı zamanda büyümesiyle ilişkileniyor. Ve öte yandan, gelişmiş ülkeler aynı zamanda tarımsal sübvansiyonlarını muhafaza etmekte ve bazı ülkelerin ileri teknoloji ürünlere ulaşmasına limit koymaktadır.

Ve bu durumları bir yandan hayır yardımlarına dağıtım yapmak, diğer yandan ise sadece ekonomik gerilemeyi önlemek değil, bundan kar da elde etmek olarak nitelendirebiliriz. Sorunlu bölgelerdeki artan sosyal gerginlik köktencilik, marjinallikle sonuçlanır; terörizmi ve yerel çatışmaları besler. Ve bütün bunlar diyelim ki Orta Doğu gibi dünyanın genelinin adil davranmadığı bir bölgede olursa, küresel istikrarsızlaşma riski vardır.

Dünyanın önde gelen ülkelerinin bu tehdidi görmesi gerektiği gayet açıktır. Ve bu yüzden küresel ekonomik ilişkilerde herkese gelişme şansı ve olasılığı veren daha demokratik, daha adil bir sistem geliştirmeleri gerekir.

Sevgili Bayanlar ve Baylar, Güvenlik Politikası üzerine Konferansta konuşurken Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (OSCE)’ nın aktivitelerinden bahsetmemek imkansızdır. Bilindiği üzere, bu örgüt güvenliğin tüm yönlerini: askeri, siyasi, ekonomik, insani yönlerini ve genelde de bu yönlerin birbiriyle ilişkilerini test etmek (bunun üzerinde durayım) amacıyla kurulmuştur.

Bugün olan neyi görüyoruz? Bu dengenin açıkça talan edildiğini görüyoruz. İnsanlar AGİT ‘i (OSCE) bir tek veya bir grup ülkenin siyasi çıkarlarını arttıran basit bir araç haline getirmeye çalışıyor. Ve bu görev AGİT’in (OSCE) ülke kurucularının kesinlikle hiçbir şekilde alakası olmadığı bürokratik sistemiyle gerçekleştiriliyor. Karar verme prosedürleri ve sivil toplum kuruluşları denilen kurumların dahil olması bu göreve hizmet etmektedir. Bu kuruluşlar yasal olarak bağımsızdır fakat belirli amaçlarla finanse edilmekte ve dolayısıyla kontrol altında tutulmaktadır.

Kurulma belgelerine göre, insani yönüyle AGİT (OSCE) talep edilmesi halinde üye ülkelere uluslar arası insan hakları konusunda asistanlık yapmak için tasarlanmıştır. Bu önemli bir görevdir. Biz bunu destekliyoruz. Ama bu diğer ülkelerin iç işlerine karışma , daha da önemlisi ülkelerin nasıl yaşayacağını ve gelişeceğini belirleyen bir rejim empoze etme anlamına gelmez.

Bu tür müdahalelerin demokratik ülkelerin gelişmesine katkı sağlamadığı gayet açıktır. Tam tersine, bunlar o ülkeleri bağımlı ve sonuç olarak da politik ve ekonomik olarak istikrarsız hale gelmesini sağlar.

AGİT’ in (OSCE) ilk görevleri ve egemen ülkelerle saygı, güven ve saydamlık üzerine kurulan ilişkileri ile yönetilmesini umuyoruz.

Sevgili bayanlar ve baylar!

Sonuç olarak şunları belirtmek istiyorum. Bizler- kişisel olarak ben- çok sık olarak ortaklarımızdan, Avrupalı ortaklarımızdan Rusya’ nın dünya meselelerinde daha aktif rol alması gerektiği yönünde öneriler alıyorum.

Bununla ilgili olarak küçük bir hatırlatma yapayım. Bizi bu yönde teşvik etmenize pek de gerek yok. Rusya bin yılı aşkın tarihe sahip bir ülkedir ve her zaman bağımsız bir dış politika izlemiştir.

Bu geleneği bugün değiştirmeyeceğiz. Aynı zamanda, dünyanın nasıl bir değişim geçirdiğini çok iyi biliyoruz ve elimizdeki fırsatları ve potansiyeli gerçekçi bir şekilde değerlendiriyoruz. Fakat elbette sadece küçük bir grup için değil tüm dünya için güvenlik ve refahı sağlayacak adil ve demokratik bir dünya düzenini oluşturmada birlikte çalışabileceğimiz sorumlu ve bağımsız ortaklarla işbirliği yapmayı bizler de arzu ederiz.

Dinlediğiniz için teşekkür ederim.


(http://www.securityconference.de/)

Cumartesi, Şubat 10, 2007

İSTİHBARAT

Türkiye'de sivil hayatta, siyasette vesairede, Türkiyedeki güvenlikle ilgli aksiyomatikler nelerdir. Özellikle Türkiyedeki içi ve dış tehditleri daha iyi anlayabilmek için belirli istihbarat bilgilerine dayalı malzemeye sahip olmak gerekir. Aksiyomatikler belirli istihbarat bilgileridir. Askeri istihbarat, genel güvenlikle ilgili istihbarat, diplomatik istihbarat, dördüncüsü de gündelik hayatta elde edilen açık istihbarat denilen istihbarat. Bu veriler çerçevesinde ülkeler lojistiklerini yaparlar. Lojistiği hazırlamak için bu dört unsur bir arada bulunmak zorundadır. Zaman zaman duyarsınız bir iş adamı veya herhangi şahış, kendisinin çok bilgili ve deneyimli olduğunu öne sürerek, vesaire olayını örnek vererek bu burada böyle oluyor da esasında bu böyle değildi şeklinde konuşmalar yaparlar. Bu yapılan konuşmalarda şuna dikkat edilmesi gerekiyor

Madde1: Şahışın bu konulardaki bilgi düzeyi ve hangi alanda söz sahibi olduğu, hangi alanda kendisini özelleştirmiş, kendisini yetiştirmiş olduğu önemlidir.

Diplomatik alanda aldığı bilgilerde özelleşmiş ise evet oraya kadardır veya genel güvenlik teşkilatları veya emniyet teşkilatlar içindeyse o oraya kadardır, orada kalıyor ise. Öyle ise burada dikkat edilmesi gereken husus, askeri istihbarata dayalı olan hususların, çünkü ast olan güvenlik meselesinde bu güvenliği birinci dereceden temin edecek olan grup askeri gruplardır. Demekki işin birinci derecesinde aksiyomatik var, aksiyomatik veriler çerçevesinde değerlendirme yapılıyor bir lojistik hazırlanıyor. Lojistik nedir? Uygulamayı planladığımız strateji ve taktiklerin üst düzeyde yani bir ülkenin güvenliği çerçevesinde ele alınması diyebiliriz.

Bu lojistiğin ele alınışında

Madde 1: Nasıl bir içi ve dış tehditle karşı karşıyayız veya değiliz veya içi tehdid dış tehdidi geçmişmidir veya içerdeki tehdid doğru doğruya dış tehdid kaynaklımıdır. İçerdeki tehdid kendi bünyesindenmi oluşmaktadır.

Aksiyomatikte bunlar bakılarak ortaya çıktıktan sonra lojistiğimizde derizki esas tehdid içerden geliyor. İçerdeki bazı grupların şu yada bu şekilde başlattıkları bir, hani bir tabir vardır �her ağacın kurdu özünden olur� şeklinde, içindeki özden kaynaklanan mevcut sistemden veya içinde bulunduğumuz sistemden kaynaklanan bir tehdit şeklinde algılanır. Ona göre tedbirler, önleyiciler alınır. Yok öyle değil doğrudan doğruya beşinci kol faliyetinin getirdiği tehdidler içerde aslında sistemde veya rejimde veya bünyede bir bozukluk yok ama dışarıdan getirilen beşinci kol faliyeti ile sokulan bir tehdid var ozaman ağırlık tabiiki dışarıya kayar. Şimdi 1992 yılına kadar Türkiyedeki iç ve dış tehdit algılamalarıyla uygulanan ilkemiz klasik bir tabirle söylersek �yurtta sulh cihanda sulh� prensibi çerçevesinde bakılarak ele alınan bir tehdidt anlayışı idi. Efendim, düşman bir edirneye gelsinde Edirne'den sonra biz onu hallederiz, şeklinde idi. 1992 yılından itibaren ben yeni bir kavram geliştirilmesinden yana bir insan olarak dedimki, yeni bir kavrama ihtiyaç var yani aktif caydırıcılık diyoruz biz buna. Nedir Aktif Caydırıcılık? Ulusal güvenliğin tebliğinde şu tehdit Edirne'ye geldiği zaman zaten Ankara'da demektir. Öyle ise bu tehditin ortaya çıktığı aksiyomatik çalkantıdan bize verilen ne Moskova'damı ortaya çıkıyor, nerede Şam, Şam'da nerede Atina , Atina'da durdurulması gerekir, yani tehditin kaynağı neresi ise o kaynakta durdurulması gerekir. Yoksa hele bir Edirne'ye gelsin, hele hatay'a gelsin,bak biz ne yaparız şeklindeki eski yerleşmiş klasik anlayışın geçersizliği ortada idi, bunun içinde Aktif Caydırıcılık yapılması gerekiyor nasıl yani tehdit Washington'da ise tehditi Washington'da durdurmak gerekiyor. Moskova da ise Moskava da durdurmak gerekiyor. Nasıl onun çeşitli yolları var , o ayrı bir mesele, diplomatik yoldan, siyasi yoldan , ekonomik yoldan veya doğrudan doğruya bilinen bazı başka usullerle ama kaynağında durdurulması gerekiyor. Kaynağında buna sebep olan kişiler kimlerdir, bu kişileri durdurmak gerekiyor. Öyle ise tehdit algılamasında yapılması gereken unsurlardan ikincisi olan lojistikte işte bunlar yapılıyor. Stratejiye gelindiğinde stratejinin manevra kabiliyetinin bulunması demek, yaptığınız lojistikle kendinizi çok dar bir alanla sınırlarsanız, manevra yapamaz hale gelirsiniz, dolayısı ile o manevrasızlıktan dolayı, hazırladığınız bulduğunuz o lojistik çöker. Yani yaptığınız lojistikle mutlaka kesinlikle stratejinizin esnek bir strateji olması, size bağlı olan unsurların minimum zararla bu strateji de maksimum yararı temin etmesi gerekir. Öyle ise bu stratejiler hazırlanırken, tehdit algılamalarından, bu stratejiler hazırlanırken manevra kabiliyeti yüksek olan stratejilerin hazırlanması gerekir.

Dördüncüsü taktiktir. Taktik kısa vadeli olaylardır. Bir taktik diyelimki üç ay , beş ay süreli, bir taktiktir. Stratejiler tabiki daha uzun vadelidir. Burada taktikler, stratejiler bağlı olarak ortaya çıkar. Şöyle bir manevrayı yaparken bir, iki, üç, dört, beş, altı taktik uygulayacak. Bir taktik veya iki taktik uygulayacağız şeklinde yapılır.

Şimdi bu dört unsur, demin saydığımız bu dört unsur çerçevesinde tehdit algılamalarına baktığımızda Türkiye'de hem bünyenin kendisinin ürettiği tehditler var hemde dış kaynaklı tehditler var. Bünyenin kendi ürettiği tehditler ile dış kaynaklı tehditler birebir örtüşmeye başladığı zaman ülkelerde sistem bunalımları meydana gelmeye başlar. Sistem bunalımlarının sonucu sistemin tıkanması bize rejim değişikliklerini getirir. Öyle ise sistemle rejim arasındaki farklılığı çok iyi bilmemiz gerekiyor. Bir ülkedeki sistem bilinen tabirler ile konuşursak demokrasi bir sistemdir. Cumhuriyet bir rejimdir. Öyle ise demokrasideki tıkanıklıklar cumhuriyet rejiminde patlamalara yol açabilir. Demekki bir cumhuriyet var cumhuriyetin kendisi bir sistem değil bir rejimdir. Rejimin adı cumhuriyettir. Sistemin adı demokrasidir. A ülkesinde cumhuriyet olabilir ancak demokrasi olmayabilir. B ülkesinde rejimin adı monarşidir fakat demokrasi olabilir. İngiltere örneğinde olduğu gibi. Rejim monarşik rejimdir, ama demokrasi vardır. Avrupa birliği diye baktığımız ülkelerde Avrupa birliğini oluşturan ilk 12 ülke, son ilk 15 ülke, bugün 24 ve 25 e gidiyor. Bunların çoğunda ülkelerin rejimi monarşidir. Krallıklar vardır.Krallık fakat sistem demokratik yapı, demokrasi vardır. Öyle ise Avrupa da ender olan ülkelerden biri Türkiye'dir. Hem rejimi Cumhuriyettir, hem sistemi demokrasidir. Öyle ise Danimarka ile karşılaştırdığımızda, Türkiye, Danimarkadan ilerdedir, ne anlamında çağ itibarıyla ilerdedir. Niçin ilerdedir, küçük bir örnek verelim, Danimarka bir krallıktır.Henüz krallıktan kurtulmamıştır. Demokraside imtiyazlı sınıflar, imtiyazlı aileler vs olmaması öngörülmektedir ama Danimarka'da imtiyazlı bir kral ailesi vardır ve hanedan vardır. Benzer şekilde, Türkiye'de hilafet kaldırılmıştır niçin laiklik vardır. Danimarkada, İngilterede ve diğer İsveç, Norveç İspanya vesaire hepsinde milli kilise vardır , o kilisenin dışında hiçbir unsur, hiçbir vatandaş kendi milli kilisesinin üyesi olmamazlık edemez. Çıktığı zaman kiliseden ayrıldığı zaman hayatı zindan olabilir. Başka bir memlekete gidip yaşamak şartıyla canını kurtarır. Öyle ise Türkiye, hani varya çağdaşlaşacak, muhasır medeniyetler, muhasır medeniyette görüldüğü kadar , bir Danimarka'dan sistem itibarıyla ve rejim itibarıyla, bir İspanya'dan, bir İsveç'ten daha ileri bir rejime geçmiş durumdadır. İngiltede her olayda her şekilde davranabilirsiniz ama cumhuriyet halk partisi kuracağım kraliçeyi idama mahkum eddeceğim dediğiniz anda o ünlü Hyde Park'da bu cümlleri söylemenizden 10 gün sonra demokratik bir şekilde bir trafik kazasında demokratik mezara girersiniz, hiç lami cimi yoktur bunun. İngiltere bunu demokratik yapar, bizimkiler maalesef bunu gel lan buraya deyip içerde işkenceye atarlar onun için adı ters çıkar, ama İngiltere gayet kibar şekilde bakın söz verdik, ne güzelde konuştu vatandaş, neyazıkkı vadesi buraya kadarmış, 10 gün sonra tünel kazasında ölü verdi derler. Almanya'da bu böyledir. ..... Baden Maynof meselesini hatırlayın, siz gençsiniz belki hatırlamazsanız. Bader Maynof grubu, 9 kişi hapishanede hepside şansa bakın enselerine birer kurşun sıkarak kendi kendilerine intihar ediverdiler bir gecede öyle ise rejimle demokrasi meselesinde rejimin kurulması asıl olduğu için Türkiye'ye tehdit algılamamızda, Türkiye'ye iç ve dış tehditler diye algılamamızda meseleye baktığımızda içerde bünyeden oluşan tehditler başta gelir. Bünyeden oluşan tehditler nelerdir sorusunun cevabı ekonomik tehditlerdir. Ekonomi bozulduğu zaman, ekonomik yapı yerine oturtulmadığı zaman beraberinde bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de beraberinde tehdit olabilecek unsurlar ortaya getirmektedir. Bunlardan bir bölümünü 1960-1980 yılları arasında yani sınıflar arası mücadele denilen sen zenginsin, ben fakirim, sen yoksulsun, ben fakir bu şu şeklinde yürüyen bir mücadele idi. Binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdi. Ülkenin istikrarsızlaşmasına sebebiyet verdi. Bu günümüzde değiştirilmiştir. 1950- 1960 yılına kadar dönemde dünyada bildiğiniz gibi sosyalist- komünist blok vardı. Dünyadaki her ülkede sınıflar arası mücadele yani Fransa'da, İngiltere'de, Türkiye'de, Halepte, şurda, burda, neyse ama sınıflar kendi aralarında çatışmalıdırlar, ve çatışmadan şu veya bu hükümet iş başına gelir şeklinde bir formülasyon vardı. Bu formülasyona 1960'lı yıllardan başlayarak, bir ülke kendi güvenliğinin büyük tehdit altında olduğunu düşünen bir ülke , dediki sınıflar arası mücadele olmamalıdır, peki ne vardır dinler arası mücadele vardır. Bu ülke İsraildir. İsrail 1960'dan başlayarak sürekli olarak dedi ki ya bırak sınıflar arası bir mücadele diye bir mücadele yok, olmaz böyle şey, sınıf yok ki mücadelesi olsun, ama din var, müslümanlık var, hiristiyanlık var, kavga bunların arasında. Bunlar kavga ediyorlar aslında siz onu sınıf diye görüyorsunuz şekline getirdi ve 1980'den sonra İsrail'in ve onun siyonist bilim adamlarının dünya kamuoyunda, etkili çabaları sonucunda 1990'lardan itibaren de dinler arası çatışma var, çünkü neden İsrail , Filistin'le çatışıyordu,Filistin'le , İsrail arasında bir çatışma var, İsrail bunu sınıf mücadelesine götürseydi kendi içinde çökerdi. Dolayı ile bu bir sınıf mücadelesi değil bizimle müslümanlar hiristiyanlar arasında mücadele olduğu gibi, yahudilerle, işte bu müslüman Filistinliler arasında, bir çatışma var tezini getirdi, ve günümüze kadar böyle gelindi.

Şimdi demekki iç tehditler, bünyeden oluşan iç tehditlerde, ekonomi çok önemli bir olaydır. Ekonomik bozukluklar, ekonomik gidişata yön verememek Türkiye'nin başına büyük problemler aştı. 1965-1967 yılları arasında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmaya çalışıldığı zaman mecliste kalkıp, biz plan değil, pilav istiyoruz diyen milletvekilleri vardı. Sizler gençsiniz, babalarınız hatırlar bunu, bu meşhurdur. �bu devlete plan lazım değil, pilav lazım� diyen milletvekilleri vardı, sonuç sonrası bakın ne oldu. Devlet Planlama Teşkilatı, iyi çalışır, kötü çalışır şöyledir, böyledir değil, bir plan yapılması gerekiyordur.Maalesef Devlet Planlama Teşkilatına bile karşı çıkılmış idi 1965'li yıllarda.

Şimdi efendim geliyoruz dış tehdit. Peki dış tehdit nedir? Dış tehdit eğer sizin ülkeniz stratejik bir yerde ise jeostratejik öneme haizse ve bununda ötesinde sizin içinde bulunduğunuz toprak bütünlüğünde, coğrafi bütünlükte belirli yer altı, yerüstü zenginlikleri var ise ozaman sizin yeriniz şu veya bu şekilde komşularınız tarafından ilgi çekici bir alan olarak kabul edilir hele bunun üzerinde tarihe dayalı , tarihler haklar ve isteklerde varsa o zaman siz daha da cazip hale gelirsiniz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 14 komşusu olan dünyadaki tek bir devlettir. Dünyada hiçbir devletin bu kadar çok ve kendisine düşman olan komşusu ve çevresi yok. Şöyle bir bakalım Türkiye'de iç tehditden kaynaklanan satılmış ajan vesaire şekilinde olan bazı kimseler Türkiye'de durmaksızın şu tezi işlerler. Nedir o? �efendim ne biçim bir devlet bu bütün komşuları ile kavgalı� bunu hep okuyorsunuz, dolayısı ile de sonra da şöyle bir cümle daha ederler. �Türkiye okadar önemli bir ülkeki yönetimi Türklere bırakılamaz.� Çünkü ortada bir devlet var Türkiye Cumhuriyeti devleti, baş belası bir devlet, bu devlet sürekli olarak bütün komşuları ile kavgalı, e peki kavgalı ise batsın bu devlet., güzel. Peki nedir mesele. Burası Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir yer bu tezi, duymuşsunuzdur, okumuşsunuzdur, bu tezin savunucuları ülkede belli kişilerdir.

Şimdi bu doğrumu acaba, ona bir bakalım . Türkiye Humeyni'yi beslemiş yetiştirmiş sonrada İran 'a göndermiş, ve demiştirki Humeyni'ye sen bana oradan Hizbullah diye bir grubu gönder. Biz burada kan gövdeyi götürsün bizim başımızda problem yoktu, biraz promlem çıksın mı dedik. Yani Türkiye İran'la belirli konularda çalışırken problemi Türkiye'mi çıkardı.

Geldik Irak 'a , Saddam ya bizde hiç problem yok, Türkiye'nin hiç problemi yok, sen bize biraz problem çıkarsana mı dedik.

Suriye 'ye gidip, dedikmi ki ey Hafız, bizde Apo diye bir herif var besle, ondan sonra Türkiye'ye gönder 35.000 insanımız ölsün, bizim başka problemimiz yoktu, biraz problem çıksın, biz mi dedik Suriye'ye.

Ermenistan 'a gidip kardeşim şu tasarılara ne oldu ya hazırlasana şu ermeni tasarılarını dünyanın her tarafından geçsin, senatolardan geçsin, bilmem meclislerden geçsin bizim problemimiz yok, bize problem lazım biz mi dedik Ermenistan'a.

Yunanistan' a biz mi dedik 12 mile çıkta Aydın ovasına kadar gel sana verelim, bizim problemimiz yoktu, 12 mil meselesiyle Aydın ovasına el koy mu dedik.

Bulgaristan 'a ne kadar Türk vatandaşın varsa ismini değiştir, at bunları, gönder bize, bizim problemimiz yok, biraz problem çıkar bize biz mi dedik.

Şimdi arkadaşlar burada asıl olan şu, niçin anlatıyorum bunları, şunun için anlatıyorum. Ortadaki propagandanın niteliğini göstermek için. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kiminle kavgalı ki, kavgayı çıkartanlar çevremizdekiler, neden çıkartıyorlar? 14 komşudan 11'i Osmanlıdan ayrılmış, bunların çoğu ben doğduğum zaman bunların çoğu, İsrail diye bir devlet yoktu. Ben İsrail'den yaşça büyüğüm, 5 yaş büyüğüm İsrail'den. Ben doğduğum zaman dünya İsrail diye birdevlet tanımıyordu. Benzer şekilde Pakistan diye de bir devlet yoktu. Bangledeş diye bir devlet yoktu. Başkalarıda yoktu hele helede bugün var olan devletlerin pek çoğu yoktu. Öyle ise dün benden bile genç olan yaşları itibarıyla ben genç olan devletler, haklı olarak gençliğin verdiği, tecrübesizlikle, acelecilikle Türkiye'den toprak talebinde de bulunmak istiyorlar, tazminat talebinde de bulunmak istiyorlar vesaire vesaire. 11 �i Osmanlının dağılmasından sonra ortaya çıkan devletler,

Şimdi dış tehditlerin , içerdeki tehditlerle uyuşması keyfiyetinden söz etmiştik. Dikkat edin 1920'lerden PKK nın ortaya çıktığı 1983 yılına kadar geçen dönemde tam 21 kez Kürt ayaklanması adı ile bilinen olay var. PKK, 22. Olaydır, eğer bir ayaklanma olarak görülürse, şimdi niçin ilk 212e bakılmamıştır da buna bakılmıştır. Batı dünyası, birden bire bu haraketi fazlası ile desteklemiş ve bizimle mütefik olarak geçirirken arka taraftan Türkiye'nin kuyusunu kazmıştır. Sebebi çok enteresandır, PKK, kurulduğu ve çıktığı zaman Asala bitmiş, niçin bitmiş Asala, niye bitirilmiş

işte şimdi bir aksiyomatik anlatıyorum size Birleşmiş Milletlerde bildiğimiz soy kırım kavramı var Genosıte, bu uydurma bir kelime, 1940 yılında bir yahudi bilim adamı tarafından uydurulmuş olan bir kelime, Genos ve site kavramlarının birleştirilmesi ile oluşturulmuş bir kavram. 1940 Dan önce dünyanın hiçbir dilinde, ingilizce, almanca, italyanca,fransızca , habeşçe , Rusça, Genosite diye bir kelime yok. 1941 yılında bu kavram oluşturulduktan sonra ikinci dünya savaşı sonunda bu kavram Birleşmiş Milletlere getirildi. Ozaman yeni kurulmuş olan birleşmiş devletler, 1948 nyılında bu kavramı bir suç kabul etti, İsrail devleti kurulabildi. 1948'de kuruldu. 1948'de bu kavram kabul edildi.

Ancak Amerika Birleşik Devletleri bu kavramı onaylamadı. Yani kendisininde dahil olduğu bu konvansiyona, 1948 konvansiyonuna rağmen dediki Genosite kavramını ben senato olarak kabul etmiyorum. Dolayısı ile Amerika'da, soykırım diye bir kavram yok idi, Genosite anlamında. Birleşmiş Milletler, de vardı fakat Amerika Birleşik Devletleri kabul etmemişti. 1973- 1983 yılları arasında, Asala terörü başladı. Ermeni Terörü başladı. Çeşitli gruplar halinde 7 tane, bu Ermeni terörünün içinde biliyorsunuz, söylemeye gerek yok, Rusya Ç......'e saldırı yapıldı, 37 kişi öldü, bizim diplomatlarımızı öldürdüler. 1981 senesinde Amerikan Senatosu toplandı ve artık soykırım yasasını onaylama zamanı gelmiştir, onaylıyalım dendi, Amerikalarının çıkarlarına uyar denildi. Amerika 1981 senesinde onayladı fakat Birleşmiş Milletlere kendi onayını 1983 senesinde verdi. 1983 senesinin kasım ayında verdiği gün, Asala'nın, ermeni terörünün son eylemi yapıldı ve bitti. Çünkü Amerikanın içinde demokratik yollardan savunma imkanı çıktı Amerikan yasaları, Genosite ve soykırım kavramalrını kullanabilme hakkına kavuştu 1983 senesinde, Ermeni terörü böylece sona erdi. Yerine PKK terörü başlatıldı, çünkü artık bunu Amerika ve dünyanın her yerinde yasalar çerçevesinde kullanma imkanı vardı.

Bu veri, anlattığım bu veri işin aksiyona girmesi gereken bölümü. Şimdi Türkiye'ye yönelik içi ve dış tehditlerde tekrar buraya dönersek, dikkatimizi çeken unsurlar şunlardır. Birincisi, Türkiyedeki özellikle dini yapının, kendi içinden manipüle edilmesi. Bu 1960'lı yıllarda başladı. Evvela 1953 de Misyoner gönderildi, Türkiye'ye. Bunlar barış gönüllüsü adı altında gönderildiler. Güneydoğu Anadoluda �field research� dediğimiz alan çalışmaları yaptılar ve şahışlara aslında sen Ermenisin, ama seni zorla müslüman yapmışlardı, senin deden Ermeni idi. Bak sen şimdi kendi dinine dönersen , biz seni Avrupa Birliğinede alırız, seni Avrupa'ya göndeririz, Amerika'ya göndeririz, şuraya buraya göndeririz şeklinde vaatler yapıldı. Ondan sonrasında misyonerlik faliyetleri, 1969 senesinden sonra bir dönem kesildi. Kesilme sebebi 1969-1979 on yıllık dönemde en düşük seviyeye indirildi.Niçin? 1969-1979 döneminde dünyada kominizm ve kapitalizm arasında en keskin çarpışma dönemi yaşandı. Türkiye'nin içten zayıflatılma projesi 10 süreyle devre dışı bırakıldı. 1979 yılında, konvansiyonel silahların sınırlandırılması anlaşması imzalanıldı, buna Akka anlaşması diyoruz, imzalandı, konvensiyonel silahların sınırlandırılması anlaşmasının imzalanmasında sonra, Salt1, Salt2 nükleer silahlarla ilgili anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmaların çerçevesinde kominizmin bir tehdit olmaktan çıktığı görüldü, silahları elinden alındığı için 1990 yılından itibaren Türkiye'de Sevr döneminden hazırlanmış olan planlarlar devreye sokulmaya başlandı. Şimdi günümüzde Türkiye'yi Avrupa Birliğine sokmaya çalışanlar var, sokacağız, gireceğiz. Biz orada işte cennette gidiyoruz diyenler var, Avrupa Birliği biz Türkiye'yi Sevr'e sokacağız diyor. Yani bizim içimizden birileri, Türkiyeyi Avrupa Birliğine sokmayı planlamış ve bu uğurda çalışırken, Avrupa Birliği diyorki biz Türkleri Sevr'e sokacağız.

Neden? Nedeni şu, bu anlatacağım bölüm Lojistiğe giren bölüm. Nedir O? Avrupa Birliği demişki, biz batı medeniyetinin, Yahudi-Hiristiyan medeniyetini 22. Yüzyıla taşımak istiyoruz. Bunun için bir üst tasarım, üst projeye ihtiyacımız var. Bu proje nedir? Avrupa Birliği Projesidir. Bizim batı medeniyetini 22. Yüzyıla ve daha sonrasına taşıyabilmemiz için gereken projenin adı Avrupa Birliği Projesidir. Bu proje Türkler girmek istiyorlar, öyle ise bu proje Türklere nasıl intikal eder. Bu proje Türklere doğrudan doğruya bizim için geliştirme projesi olan Avrupa Birliği Projesi, batı medeniyetini geliştirme projesi, Türkiye'ye medeniyetini değiştirme projesi olarak empoze ediliyor. Türkiye bir medeniyet değişikliği yaparsa, bizim projemiz içinde yer alabilir. Anlattıkları ve söyledikleri budur. Şimdi dolayısı ile Türkiye bir medeniyet değişikliği yapabilirmi? Bu işin Lojistiğinde yer alan unsurdur. O Lojistiğe göre Türkiye bir medeniyet değişikliği kendi bünyesinde vardır diyenler var, muhasır medeniyet diyerek. Muhasır medeniyet batıdan mı soruluyor, hayır, muhasır medeniyetin temsilcisi Türkiye'de olabilir. Bu tarafı gösterilmez ve söylenmez. Peki ne olacak Türkiye Avrupa Birliğine girerse muhasır medeniyet seviyesine ulaşacak. Kim demiş Atatürk demiş. Buda yalan, böyle bir olayda yok. Atatürk'ün kalkıpta batı medeniyetine girerseniz, Avrupa'ya girersiniz. Yada Avrupalı olursanız, Avrupa'lı gibi yaşar, giyinir, kuşanır, düşünür ve ona göre hayatınızı organize ederseniz, muhasır medeniyete ulaşmış olursunuz diye bir tek sözüde yok, düşüncesi de yok. Tam tersine bağımsızlık diyor, tam bağımsız olmak şartıyla muhasır medeniyette gidebilirsiniz diyor.

Burada Türkiyenin Lojistiğinin hazırlanmasında 4 tane genel unsur var nedir bunlar .

1) İstiklali Tamlık

2) Müdafa-i Hukuk

3) Kuvayı Milliye

4) Misak-ı Milli

Bu 4'ü, Türklerin tanzimattan bu yana kendi kafaları ile bularak ağızlarına konulmuş ödünç kavramlarla değil doğrudan doğruya kendi görüş düşünüş ve davranışları ile hayata geçirdikleri dört tane prensib. Bu prensibler çerçevesinde istiklal savaşı yapılmıştır.Kurtuluş savaşı demiyoruz, istiklal savaşı diyoruz. Niçin? Çünkü bir istiklal savaşımız var birde istiklal marşımızvar. Kurtuluş marşımız diye bir marş yok ortada, eğer istiklal savaşımızı unutursak, unuturmaya çalışanlar var. Bundan sonra kurtuluş savaşı , kurtuluş marşı diye abuk sabuk bir marş söylemeye başlarız. Öyle ise İstiklal kelimesini unutmayacağız arkadaşlar, istiklal kavramı bizim için çok önemlidir.

Bir olaydan kurtutulabilirsiniz, ama istiklalalinize kavuşmuş olmayabilirsiniz.

İstiklal başka bir olay, dolayısı ile istiklal savaşımızın niteliğini çok iyi anlanız gerekiyor, bunu anladığınız zaman Lozan ve Sevr arasındaki farkıda anlayabilirsiniz. Bizim istiklal savaşımız, dünyadaki ilk örnektir. Neden örnektir, dikkat edelim istiklal savaşımızın sonunda cumhuriyet kurulmuştur. O tarihe kadar, dünyadaki bütün cumriyetler, bir ihtilal ister askeri ihtilal, ister halk ihtilali, ister darbe olsun bir tür müdahale ile kurulmuştur. Fransa'da cumhuriyet ihtilal ile kurulmuştur. Rusyada darbe ile kurulmuştur. Avrupa'nın başka yerlerinde darbeler ve ihtilaller ile kurulmuştur. Yani cumhuriyetler bizden önce daima darbeler ve ihtilaller ile kurulmakta idi. Dünyada ilk defa istiklal savaşı ile cumhuriyet kurmuş olan devlet biziz. Bununla gurur duymak zorundayız. İsteyen beğenir, isteyen beğenmez, bu Türklerin tarihe armağan ettikleri bir gelişmedir. Çok önemlidir, işin bu tarafını hiç göstermezler,işin bu tarafını hep hasır altı ettirirler, istiklal savaşı ne demek cumhuriyet kurmuş dünyadaki ilk devlet biziz, bizden sonra istiklal savaşı vererek cumhuriyet kurmaya çalışanlar olmuştur, kuranlar olmuştur. Cezayir örneğinde olduğu gibi, Pakistan'da, Malezya'da, Endonezya'da vesairede olduğu gibi. Öyle ise Türkiye dünyada bir konuda öncülük etmiştir, İstiklal Savaşında yenerek cumhuriyet kurmuştur. Geliyoruz Lozan anlaşmasına 1923 yılındaki bu anlaşmada çok mühim bir olay yaşanmıştır. Sevr anlaşmasında Türkiye taraf olarak kabul edilmemiştir. Niçin taraf olarak kabul edilmemiştir. Çünkü Türkiye, Türkler bir millet değildirler. Peki millet olan kimdir? Millet olan Ermenilerdir demişlerdir. Türkiye, Türkler bir millet kabul edilmemişlerdir. Sevr anlaşmasında Türkler imzalayan, imzacı taraf olarak davet edilmemişlerdir. Türklere, empoze edilmiştir. Yani fikirlerinin alınmasına bile değer görülmemiştir. Gerekçeside millet değilsiniz denmiştir. İşte bu İstiklal savaşı Türklerin bir millet olduklarını ispat etme savaşıdır. Dikkat bir millet olduğumuzun ispatı savaşıdır. Niçin yapılmıştır, öyle babasının hayrına laf olsun diye Erzurum, Sivas kongreleri yapılmamıştır. Bir İstiklal Savaşı verilmeden önce bir ulusal mutabakat aranmıştır. O ulusal mutabakata katılınmıştır. Katılındıktan sonrada o ulusal mutabakat çerçevesinde bir İstiklal savaşı yapılmıştır. Bir ulusal mutabakat çerçevesinde yapılmıştır. Yapıldığı içinde Türklerin bir millet oldukları Lozan'da ispat edilmiştir. Lozan anlaşmasında Türkler bir millet olduklarını ispatlamışlardır. Coğrafi sınırlarının veya devlet olup olmamayı değil, millet olduklarını ispatlamışlardır. Nereden biliyoruz bunu, ortada bir millet olmasa bir azınlık olamaz. Türkiye üç tane azınlık tanımıyla millet olduğu için, azınlıkta olabilmiştir. Bu da 38-47 maddeleri arasına Lozan anlaşmasına Türklerin bilek gücüyle konmuştur. Bunlar Kuvayı Milliye'ci, Milliyeci güçlerin girişimi ile olmuştur. Milliyeci başka, Milliyetçi başka ama birbirlerinden kopuk değillerdir. Milliyetçilik daha sonraki bir olay, Kuvayı Milliye'den Milliyeci güçler onu bilek zoru ile bunu oraya kabul ettirmişlerdir. Azınlığınız varsa milletsiniz, azınlığınız yoksa millet değilsiniz bu kadar net. Sevr'de Türkler azınlık bile kabul edilmiyorlar idi.

Şimdi günümüzde tehditlerden en önemlisi Lozan'ın devre dışı bırakarak, Sevr anlaşmasının öngördüğü şartları, Türkiye'de yürürlüğe sokma çalışmalarıdır. Bunlardan bir tanesi, en yakın dönem olduğu için onnu anlatayım. Özellikle Fener Patrikhanesinin Ekümenilik, yani Patrik kendisinin Ekümenik Patrik olduğunu öne sürerek, bize Lozan anlaşmasını bizim evimizde deldirme çabası içindedir. Lozan anlaşmasını, biliyorsunuz Amerika Birleşik Devletleri onaylamamıştır. Dolayısı ile 27 devlet onaylamış, ama amerikan senatosuna geldiğinde oradaki hiristiyanlar ve kiliseler, 111 kilise biraraya gelerek Lozan anlaşmasının Amerikan Senatosunda onaylanmasını engellemişlerdir. 84 e 7 oyla Amerikan Senatosu, Lozan anlaşmasını onaylamayı reddetmiştir.

Şimdi bu çok hassas bir konu var, o hassas konuyu dikkatle dinleyelim ve bu hassas konu çerçevesinde meseleye bakalım. Lozan anlaşması Türkiyenin sınırlarının belirlenmesi değil , demin de dediğim gibi, millet olduğunun tescili anlaşmasıdır. Ama ne yazıkki, bugün Birleşmiş Milletlere göre Türkiye'nin güney doğu sınırları onaylanmış değildir, açıktır. Türkiye'nin güney doğu sınırlarının açık olmasının sebebi, Musul ve Kerkük�ün Lozan çerçevesinde Türkiye'ye ait olmasından ileri gelir. Yani Misak-ı Milliye göre yani Misak-ı Milli'nin öngörmüş olduğu sınırlar çerçevesin de Musul ve Kerkük, Türkiye'nindir. Bu da Lozan da yazılı olduğu için bizim güney doğu sınırlarımız bugün açık durumdadır ve yaşanan olaylar, sıkıntılar daima ve kesinlikle işte bu sınırların onaylanmamış olmasından dolayıdır. Sevr'e götürmek istemelerinin sebebi bundandır.

Şimdi öyle ise bu durumda iç ve dış tehditlere baktığımız zaman, bir Türkiye'nin ekonomik yapısı çöküntüye götürüldüğü sürece son 20 �25 yıldır istikrarlı bir şekilde Türk ekonomisi gelişiyor gibi gözüküyorken, sıkıntılara götürülmüştür. Yalnız, Türk Ekonomisi, bu gelişme sürecinde, bu negatif gelişme sürecinde, olduğu yerdemi saymıştır hayır, bunun tam tersi olmuştur. Üretim artmış fakat üretimin rantı başkalarına kaydırılmıştır. Öyle ise Türkiyenin problemi,ekonomi problemmidir, siyasi problemidir. Siyasi problemin iki tarafı vardır, biri içimizdedir, biri dışımızdadır. İçimizdekiler ve dışımızdakiler, içimizdeki iş birlikçi çevreler ile dışarıdaki çevreler el birliği içindedirler. İçerde siyasi hayatı yönlendiren unsurların çoğu, devşirme, dönme ve masondur. Bu üçlü kendi arasında bir birlik kurduğu içindirki, Türkiye'nin işbirlikçi camiası çoğunlukla bunlardan oluşmaktadır. Bunların tamamı vatan millet düşmanı, hain falan değil, büyük kısmı bu tatlı ranttan geçinmenin, acenta, bezirgan tabir edilen durumdadır. Bakarsınız ne iş yapıyorsunuz beyfendi, ithalat, ihracat, Türkiye'den ne ihracat ediyorsunuz? Türkiye'nin nesi varki ihraç edeyim. Ee neyapıyorsun peki ithal ediyorum, Allah Allah.... Eskiden böyle idi Sizler hatırlamazsınız belki.

Her müslüman iş adamının mutlaka ve kesinlikle yahudi ortağı olması gerekiyordu, ithalat-ihracat yapılıyor adı altında. İşte buradan Türkiye'deki bir yahudi ortak olduğu bir Türk şirketi ile, Fransa'daki bir başka yahudi, birşeyler alıyorlardı, satıyorlardı. Bir ihracat varmış gibi gözüküyor idi.

Şimdi demekki , Türkiye'nin meselesi, üretim yapıldığı ve rasyonalize edildiği takdirde Türkiye'nin problemi ekonomik değil, ekonomik problem başka ülkelerde var. Bir ülke söyleyeceğim çok şaşıracaksınız, olurmu öyle şey deyeceksiniz. Evet ekonomik problemi olan ülke İsviçre'dir.Bildiğiniz İsviçre yanlış söylemedim. Bugün yıllık fert başına düşen gayri safi milli hasılası 30.000 dolar olan İsviçre bizimle aynı dönemde ki dış ülkelerden ekonomik yardım dileniyordu. Ne oldu da böyle oldu. Başka bir formülle, bankalar, kaçak paralar, vesaire vesaire. Ekonomik problemi vardı, çünkü ne yer altı ne yerüstü en ufak bir zenginliği olmayan ülke idi. Peynir yapacaksın, çikulata yapacaksın, süt satacaksın, bunlarla, peynirle, sütle, çikulata ile bugünkü İsviçre olmak mümkün mü değil. 1973 yılında İsviçre'nin peyniri, sütü başka bir manzaralı birde manzaralı dağları vardı, başka hiçbir şeyi yoktu. Çünkü ekonomiyi götürecek bir unsur yoktu hani maden çıkartırsında satarsın, buğday ekersinde bilmem nereye satarsın. Pancar dikersin satarsın, İsviçre'de toprağın bir karış altı granit , kaya, toprağı ekmen mümkün değil. Dikkat edelim üretim bulunduğu sürece ekonomik problem yaşamayacak bir ülkedir. Son zamanlarda bu bilindiği için üretimi engelleme yoluna gittiler. Kimler , dışardaki Türkiye üzerinde emelleri olan ve çoğu da bizim müttefikimiz olan ülkeler . Demekki Türkiye'nin problemi siyasi değil ekonomik problemdir. Türkiye'deki siyasi hayatın maalesef siyasi hayat Türkiye'de yerine oturmuş bir hayat değildir. Türkiye'deki siyasi hayat şu yada bu problemler hep manipüle edilerek götürülmüş bir hayattır.

Şimdi bunu demin söylediğimiz, aksiyomatik, lojistik, stratejik , taktik alanlarda görelim. Yani en önemlisi veriler, aksiyomatik veriler itibarıyle Türkiye, ekonomisi olmayan ekonomisiz bier ülkemidir. Hayır. Fakat bize öğretilen nedir Türkiye' de ekonomi bozuktur. Paramız ,1 dolar 2 milyon TL doğrudur. Bunlar, bunları hiç unutmayalım, üretim olduğu sürece birebir gelebilecek unsurlardır. Benim gençliğimde ben doğduğum zaman gerçektende 1dolar, 1 Türk lira idi. Hatta birkaç yıl öncesinde 1 Türk Lirası, 1.25 dolar idi. Biz çocukluğumuzda gümüş 50 kuruşluklar vardı. Kuruş unutuldu tabii hatırlamıyorsunuz. Benim haftalığım ilkokula giderken 1 tane gümüş 50 kuruşluktu. O gümüş 50 kuruşluk ile satın almadığım şey yoktu. Aklıma ne gelirse alabiliyordum.

Şimdi bakıyoruz aksiyomatiğimizde, ekonomik verilerimize bakıyoruz, bizim problemimiz gerçekte ekonomik değil, nezaman bizim üretim yapabilme kapasitemiz var, biz üretebiliriz. Bir İsviçreli ben üretebilirim diyemiyor. Hadi gel bakalım üret desen bir şey üretemiyor adamcağız. İnekten süt sağacaksın başka çaren yok, demekki bizde üretim var, aksiyomatiğimizde , ekonomik istihbarat verilerimizde üretim yapabilecek ülke kategorisindeyiz. Bu bizim için çok önemli bir unsurdur. Bu çok duyduğunuz kendine yeterli ülke olma meselesi işte bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Yani stratejik hayatınızda ha burada şu söyleyeyim biraz gözünüzde canlansın. Aksiyomatikler, daima verilerdir dedim, veriler son tarihte, istihbarat verisi olsun, diğer veriler olsun hepsi, bir ekonomidir. Ekonomi burada tasaruf anlamında kullanıyoruz. Yani bir tasarruf hakkının sizde olup olmaması meselesidir. Aksiyomatik burada budur, tasarruf haklarının sizde bulunmasıdır. İkincisi dolayısı ile ekonomiye tekabül eder. Lojistik siyasette tekabül eder. Siyasetle ilgili eskiden at terbiyeciliği, at canbazlığı anlaşılırdı. Siyasetle ilgili at terbiye edilme, terbiye edilme keyfiyeti, öğrenim ve eğitim gibi terbiye etme, toplumu terbiye etme. Neyle, siyeset aracılığı ile toplumun terbiye edilmesi bir siyasettir. Dikkat ederseniz Türkiye'deki siyasi partilerin hepsinin bir sonu vardır. Belirli grupları terbiye ederler. Ne demek terbiye etmek, siyasallaştırırlar. Siyasallaştıkça, devletle, cumhuriyetle bütünleşmesi artar. Siz gerisini boş verin bütünleşmesi artar. Siz gerisini boş verin, bütünleşmesi artar. En zor gruplar islami gruplardır. 1960'lı yıllarda siyasi partiler kurdurularak bugün geldikleri noktayı görüyorsunuz, belirli gruplar devlet bütünleşmenin ötesine geçip, Avrupa ile bütünleşme çabasına girdiler. Anlatabildim mi dolayısı ile bu terbiye etme görevini yerine getirdiler.

Üçüncü olan stratejiler daima toplumlarla ilgilidir. Kalkınma stratejimizi yaparken, kalkıp Türkiye'de ekonomi üzerine strateji yapamazsınız, toplumsal dengeler üzerine, toplumsal hassasiyetler üzerine stratejiler kurulur. Alevi-sünni çatışması, laik-laik olmayan, fundamentalist-şeriatçı-gerici-irticacı vesaire. Strateji bunun üzerine yapılır. Taktikler ise hiç unutmayacağız, tarih kavramı ile bağlantılıdır. Yani tarihsel olanlar daime taktiksel olanlardır. Tarihe takılıp kalındığında, sadece tarih bize yol versin denildiğinde, sadece taktikler bize yön versin demektir bu, ve hiçbir yere varılmaz.

Şimdi son olarak toparlıyoruz. Türkiye iç ve dış tehditlere maruzmudur? Evet. İç tehditlerden bir tanesi Fener Patrikhanesinin, ekümenlik olma arzusudur. İkincisi, bazı dış güçlerde, birlikte çalışan içerdeki işbirlikçi sermaye kesimi içinde çalışan işbirlikçilerdir, bazı islami gruplardır. Yabancı kiliselerle, başka gruplarla işbirliği halinde olan kiliselerdir, islami cemaatlerdir. Bunlarla beraber gelen dört tane unsur var.

• Dinler arası diyalog, ekümenizm , İbrahimi dinler , toplantıları hoşgörü tolerans toplantılarıdır. Bunların bir şapkası var, nedir o şapka misyonerlik faaliyetleri, kısaca bunada değineceğiz.

Soru: Misyonerlik faliyeti nedir?

Misyonerlik faliyeti, bir yabancılaştırma projesidir. Küreselleştirme olgusu, Avrupa Birliği bir tarafta, küreselleşme bir tarafta Türkiye'nin demin sözünü ettiğim medeniyet değiştirmeye zorlanması bir tarafta, misyonerlik faliyeti de buradaki araçtır. Şahısların, Türkiye'deki 10000, 20000 , 50000, genç, yaşlı veya orta yaşlı birisini hiristiyan yapsan ne olur, yapmasan ne olur, adamlarda biliyor bunu, bu önemli değildir, nedir esas, esas yabancılaştırmaya sokmaktır. Yani misyonerlik faliyeti demek, yabancılaştırmak demek , kişinin kendisine, çevresine, ailesine, devletine, milletine, bayrağına ve tüm hukuk sistemine yabancılaşması tehditidir. Bunu temin edebilmek için yapılan faliyettir. Yoksa 18 yaşında, 25 yaşındakinin, 60 yaşındakinin, ben hiristiyan olmak istemesi havagazıdır, hiçde önemli değildir. Türkiye'de 50000, 100000 kişi hiristiyan olsa ne olur, olmasa ne olur.

Şimdi iç ve dış tehditlerle Türkiye bölünme aşamasına getirilmiştir. Geldiğimiz nokta 50-50 dir. İstihbaratçılıkda var olan bir kural toplumun her alanında geçerlidir. İstihbaratta direnme gücü diye bir güç vardır. Nereye kadar, bu duvara gelir dayanırsınız, şuraya gelirsiniz, buradan öteye geçilmez gibidir, duvarın ötesine geçmek önemlidir. Türkiye geldiği bu noktada, aksiyomatik, lojistik, stratejik ve taktik konularında 50-50 dedir. Yani bir bilek güreşi diye düşünün, şurada duruyor, 50'den 51'e çıkmak zordur. 20'den 50'ye çıkmak kolaydır. 50'den 51'e çıkmak çok zordur. Karşı tarafta 51'e çıkmak istiyor, sizde 51'e çıkmak istiyorsunuz. 51'e çıkan karşı tarafı yüzde 10'a düşürür, anında. 50'den 51'e çıkış zor, yoksa 30'dan 50'ye kolay çıkarsınız. Türkiye, bugün bu direnme noktasına gelmiştir. Nereden gelmiştir. Milliyeci güçler yüzde 20'den 50'ye gelmişlerdir. Bu iş alehteydi. Yani 70'e 30, 80'e 20 gibiydi. Şu taraf bunu böyle götürmüştü, burada 50 �ye gelmişti milli güçler, bütün milli güçler hiç parti şahıs, mahıs, Türkiye'nin milli bütünlüğüne sahip çıkmak isteyen tam bağımsızlıktan yana olan, İstiklali tamlık yani kuvayi milliye ruhuna sahip olan, birinci meclisin ruhuna sahip olan güçler Türkiye'nin yeni kurtuluş savaşında, yeni istiklal savaşında Türkiye 50-50 noktasına gelmiştir. Zor olan bundan sonrasıdır. Niçin zor olan bundan sonrasıdır. Bir cümle ile bitireyim. 50'den 51'e çıkmak en zor olan budur. Bakın bir hastalık var diyelim ortada, efendim 10milyonda bir oluyor bu hastalık, o bir kişi için o hastalık yüzde 100'dür. Ya 10 milyonda bir, ama o kime rastladı ise o adam için yüzde 100 o, değilmi? 10 milyon kişi dururken bana çattı. Şanssızlık bu. O yüzde 1'de aslında yüzde 100'dür. O yüzde 1'i, yüzde 100'e çıkarmak gerekiyorki 1 puan artabilsin.

Şimdi bundan sonra arkadaşlar, iç ve dış tehditler meselesinde, bunların bir bütün olduğunu göreceğiz, bir tehdit var ortada biz bunu ikiye ayırarak görüyoruz. İkiye ayırdığımızda ülkenin ekonomik, siyasi, toplumsal, tarihsel bünyesinden gelen bozukluklar, aksaklıklar, eksikliklerin eleştirilmesi tehdit değildir. Eleştirilmesi, düzeltilmesi yönünde alternatif düşünceniz varsa tehdit değildir. Alternatif düşünce getirmeyip, bozguncu amaçla eliştiriyorsanız, olayınız farklıdır. Sizin aklınızda düşüncelerde farklı olacaktır. Efendim bugüne kadar Türkiyede şu bardak kullanılıyordu, fakat biz bu bardağın üzerinde çalıştık, bu bardak şöyle olmasın böyle olsun bu Türkiye'ye daha uygundur. Daha fizibilitesi yüksektir, Türklerin bizim teklif bardak ile su içmeleri Türkleri bir adım öteye götürecektir demek Türkiye'yi sevmektir. Bardağı kıralım, peki güzelkıralım, peki yerine biz ne ile su içeceğiz, onu biz size sonra söyleriz. Bu bozgunculuktur. Ben çünkü su içmek ihtiyacı içindeyim. Su içeceğim ben, neyle içeceğim ben bu suyu, kır bardağı, ee kıralım bardağı, suyu nasıl içeceğim. Onu başkası gelir, sana öğretir diyor. Yok öyle şey, alternatifiniz varsa siz yurtseversiniz. Alternatif üretmeden, alternatifiniz yalnışta olabilir.ama mühim olan nedir, siz kafa yoruyorsunuz, mavi gözüken bir bardaktan su içilmemelidir, sarı bir bardakla su içilirse insanlar daha başka türlü olur. Bu doğrudur, yalnıştır o ayrı bir mesele. Bu pratikte ortaya çıkar, ama yalnız şu bardağı kıralım, atalım dersen, bozguncusun.

Şimdi sizi sorularınızı bekliyorum bu sorular çerçevesinde, kendimizi daha iyi geliştirebiliriz.

Türk Dil Kurultayında karar alındı, iki mason, Necmettin Arıkan,......, Türk halkının zihninden silinmesi gereken birinci kavram ne olmalıdır. Havass kavramı olduğuna karar veriyorlar çift s'li unutmatyın. Ben o zabıtları okuduğum zaman baktım, demek ilk kavram buysa, ilk kavramdan bir yayınevi kurmakta yarar var. 1975 senesinde, Havass çift s'li yayınevini kurdum. Kurduğum zaman çok düşmanım oldu. Müslüman geçinen kesim dahil olmak üzere ya nedir bu Havass demeye başladılar. Bende havadan gelen dolarlar dedim. Mahsusdan, daha bunu bilmiyorlar yani . Sonra çok öğrendiler bunu, boynuz kulağı geçer daima. Bunlardan bir tanesi bir dostum, Hilmi Yavuz. O zamanın gençleri, Hilmi'ye sormuşlar, ya hocam Havass nedir? O bir Rus ajansıdır. O öyle Rus ajansı deyince, bu defa, Mao'cular KGB Türkiye temsilcisi diye beni KGB temsilcisi yaptılar. Sonra bu islami bir kavrammış, bu herif gizli müslümanmış dediler. Bak sen şimdi, sonra Doğu Zetung'a denilen vatandaş kalktı bizi dört ayrı ülkede, dört karısı olan, dolar milyarderi Aytunç Altındal haline getirdi. dört ayrı ülkede, dört eşi olan, görüntümde varmı bilemiyorum ama Doğu Zetung'a göre öyleydim. Ya utanmıyormusun böyle yazılar yazdırıyorsun dedim, o rezilliği de yaptıkmı dedi, o sözde zaten sana yetiyor dedim, böylece durumlar bitti.

Soru: 21.yüzyılda yönetim Türklerde olmayacak mı Mahir Kaynak'ın ifadesi sizin dönme, devşirme ve mason üçlemesi ile ilişkisi olabilirmiydi.

Mahir'in Türklerde olmayacak derken, kastettiği unsur, Türkiye'nin üzerindeki gerçekten de oynanan oyunlarda, artık Türkiye' de bakın istenen şu; milli egemenlik haklarımızın nedir bu egemenlik kayıtsız şartsız milletindir dedik değilmi? Avrupa Birliğine girmek istiyorsanız egemenlik haklarınızı Brüksele devretmek zorundasınız. Kaldı ki Türkiye üye değil, aday bile değil. Aday bile olmadığı halde üyelerden istenmeyen müeyyedeler isteniyor. Mahir, sözünü ettiği olay bunla ilgili. Gerçektenden yönetim Türklerde olmuyor Brüksel'de oluyor, Avrupa Birliğine girdiğimiz zaman, yönetiminiz artık Brüksel'den yapılacaktır. Bunun için yaşanan Turgut Özal'la birlikte yaşanmaya başlanan bir süreç vardır. Nedir bu süreç, yaşanmaya başlanan süreçte bütünleşebilmeniz için devletin kendi kendini tasfiye etmesi gerekiyor. Kurumlar kendi kendilerini tasfiye etmezlerse bütünleşme sağlananmıyor, bir küçük örnek vereyim. Diyelimki bir KİT var ortada Kamu İktisadi Teşekkülü kendine göre kar eden bir kuruluş biz diyoruzki Hüseyin Bey ben A partisiyim, batıcıyım yani batırıcıyım. Ben batıcı bir partiyim. Diyorum ki Hüseyin Bey genel müdür gelsin şuraya otursun, oturuyor. 10 senedir kar eden KİT Hüseyin beyin üstün başarıları ile ertesi sene zarar ediyor. Zarar etmesi ile beraber bu KİT �in 100 milyon olan değeri 5 milyona düşüyor. Özelleştirmeye başlıyoruz diyoruz, 5 milyon dolardan bu KİT'imizi bir Fransız şirketine satıyoruz. Hüseyin Bey, genel müdürlükten A partisinin milletvekilliğine, bu milletvekilliğinden sanayi bakanlığınagidiyor, işleyen mekanizma böyle. Şimdi dolayısı ile ki devletin kendi kendini tasfiye süreci de yaşanıyor, bütünleşme durumu. Burada sözü edilen yönetim Türklerde olmayacak doğrudur, bu gidişat devam ettiği takdirde, yönetimde Türkler değil, Brüksel olacaktır.

Asala terör örgütü ve devamında PKK terör örgütü zincirinin üçüncü halkası Pontus mu olacak ? Geçtiğimiz günlerde Topal Osman anıtındaki, Pontus cephesi ile mücadelesini anlatan yazısını bir gecede silen Yunanistan'da eğitilen öğrenciler olduğu söyleniyor.

Bunların hepsi doğru, Pontus çok daha eski PKK'dan daha eski, Türkiyede bir Kürtçülük hareketi var, birde PKK var bu ikisi farklı, bunu karıştırmamak lazım. Kürtçülük hareketi çok daha geride, çok gerilerden gelen olay İingilizlerin yönlendirdiği bir olay. PKK Almanya'nın, Avrupa Birliği içinde liderlik yarışında olan iki ayrı ülkenin iki ayrı olayı. Kürtçülük hareketinin kurmayları, Fransızlar ve İngilizler, PKK'nın kurmayı Almanya.

Şimdi Pontus burada 1920'de beri vardır, 1918 , Mondros'dan beri vardır. Özelliklede bugün Pontus denilen Trabzon bölgesi, Merzifon bölgesinde ilginç bir olay yaşanıyor. Nedir bu ilginç olay? Bugün bir Ermenistan var ama Ermenistan'ın denize açılımı yok ve hiçbir şekilde orada kapalı fakir bir ülke. Şimdi diyorlarki, Pontus gerçekte bir Büyük Ermenistan Devletinin merkezi idi. Ermenistan dikkat , Rum falan filan değil, Ermenistan niye.Çünkü oraya bir koridor açılabilirse, Ermenistan bütün dünya ile deniz trafiğini oradan yönelendirebilecektir. Burada içerdekiler oynanan oyun var nedir bu özelleştirme, efendim Trabzon limanını özelleştirelim, güzel, limanlar özelleştirilebiliyor, limanların özelleştirilmesinde Trabzon limanı, özelleştirilsin ama pool tabir ediyorlar, bir havuzdışarda bir konsorsiyum Trabzon limamının işletmesini üzerine alsın. Bu havuza kimlerin para koyacağına kimse karışmasın. Buyurun.Oraya Ermeni parasımı girecek, Türk parasımı, Rus parasımı, Yunan parasımı oraya kimin gireceği belli değil. Dolayısı ile o limanda özelleştirme işlemi tamamlandığında efendim birdenbireErmenistan buradan ticaretini yapsın ne var bunda , biraz hoş görün, biraz toleranslı olun, biraz destek olunki , bakın onlarda Ermeni Soy kırımından vazgeçecekler diye beyin yıkama yapılacak, ama Trabzon limanının yönetimi Mahir Kaynak'ın dediği gibi, Türklerde olmayacak.

Pontus Meselesi, daha eskiye dayanıyor, 1918'lerde itibaren Pontuslular vardı. Anıtın üstünden silinmesi nedeni orada Topal Osman Beyin, ne yazıyordu orada, anıtta ne yazıyordu. �Pontus çetecilerini imha ettiği için� bu nezaman konmuştu, 1958'lerde konmuştu. Yani gördüğünüz gibi o anıtın üstünde bile Pontus çeteçilerinin imhası yazıyordu, Kürtçülükten çok önce çok önce Bu olay pontus meselesi gerçektende Ayasofya meselesi kadar eski bir olaydır.

Soru: Önümüzdeki bu seçimde alternatif olarak ortaya çıkan birçok parti var. Bu partilerden hangisi veya hangileri bahsettiğimiz tehditleri yok edecek yapıya sahip?

Güzel bir soru, ben siyasi sorularda parti tercihi yaparak konuşmuyorum, sadece şunu söylüyorum. Sadece şunu söyleyim, çok önemli bir olay bu, bunu siyaspartilerden ziyade başka güçler sağlayacak, siyasi partiler buna ya uyarlar, ya uyarlar.

Soru: Galata köprüsünde balık turan bir adam, denizin 30 metre derindeki kavgadan bir haber. Yüzde 20'dan 50'ye çıkarken sokaktaki adam bu süreci nasıl algıladı.

Çok önemli sadece ben 57 tane vilayet gezdim. Gezdiğim vilayetlerde Kuvayı Milliye ruhunun, Reha Muhtar'a ve Televole'ye rağmen hala ayakta olduğunu gördüm. Çok enterans bir olay , en son Elazığ'dayımdım, Elazığ'daki Kuvayı Milliye toplantısına 2000 kişi geldi. Bir siyasi parti toplantı yapmış 250 kişi bulamamış, Tek konuşmacıydım ben, Elazığ, Tunceli, Bingöl , 2000kişi. Buraya dikkat çok önemli. Neden 2000 kişi, 2500 kişi bir konuşmacıyı gelir dinler. Bakın neden dinler biliyormusunuz. Müdafai Hukuk, nedemek hakların savunulması demek bugün Türkiye'de insanımız Türk, Kürt , Laz , Çerkez ayrımı yapmadan haklarımızın gasp edilmesi söz konusu, haklarımızın gasp edilmesine karşı bir reaksiyon göstermek zorundayız. Ne demek Müdafai Hukuk hakların savunulması demek, haklar savunulmadan İstiklali Tamlık olur olmaz. Neden çünkü ben sağlam kafa ile düşünemezsem, hakkımı nasıl savunacağım . İşte bu ve o birinci meclis ruhu, Anadolu'da çok yaygın, bazı siyasi partilerde ilginçtir. Bu bir yılgınlık var, konuştuğunuzda toparlandığını gördüm ben, gelip konuştuğunuzda, o yılgınlıkta toparlandı. Öyle ise öncelikle milletimizde buna sahip çıkıyor, seçimler, bakmayın siz seçimler olur, bir seçim daha olur. Parlimenter düzenin içinde kalınacağı sürece seçimler olur, Milliyeci güçler, hani moda bir tabir var in � out falan diyorlar ya, milliyeci güçler in. Aman bozmöadan bu modaya devam.

Soru: Kitaplarınızdan birinde yer alan Bizans imparatorunun Moskova'dakitaç giyme törenini belgeleyen fotografın hikayesini anlatmanız mümkün mü?

O fotograf, gerçekten de Vatikan Tapınak Şövalyeleri kitabının arkasında bir belge var. Arkadaşlar bu çok önemli bir fotograftır. Şurada gördükleriniz Tapınak Şövalyeleri, burası Kremlin, beyaz elbiseli şahıs bütün dünyada mahkeme kararları ile Bizans Hanedan'ın son temsilcisi olarakta Bizans imparatoru mahkeme kararları ile Amerika'da, rusya'da, İngilte'de, Fransa'da Japonya'da her tarafta, bunlarda malta şövalyeleri, kendisine Kremlin'de taç giydiriliyor, şuradaki beyazlı kadın meclisin, bugünkü Duma'nın temsilcisi Ganinna, aynı zamanda bu hanım Apo'yu Rusya'ya sokan ve orada tutmak arzusunda olan hanum. Bu hanım, bu fotograf benim marifetimle alınabildi. , güzelde bir fotograf'tır. Bu hanımda burada boyunda büyük laflar ediyordu, tekrar Bizans'ın kurulması vesaire. Talihsiz bir hanım aynı zamanda, çünkü Apo'yu aldı getirdi, milletvekili olmak iyi bir şey ama alnının ortasına iki tane mermi yedi ve hanımefendi artık bu dünyada değil. Buyurun dolayısı ile Kitabın kısa öyküsü böyle bir olay anlatmış olayım size.

Soru: ABD ve İsrail'in ortak Irak operasyonu gerçekte Türkiye'nin yararına dönüştürebilirmi? Yoksa Türkiye'nin her girişimi İsrail'in lehinemi

Evet burada Batı, tehlikenin büyüğü küçüğü olmaz, tehlike tehlikedir. Mikrobunda büyüğü küçüğü olmaz. Güneydoğu Anadolu bölgemizde, Kuzey Irak diye bilinen yerde, evvela şunu düzeltmek gerekiyor. Uluslararası literatürde Kuzey Irak diye anlaşılan yer Kerkük, Musul. Musul ve Kerkük, Kuzey Iraktır. Barzani ve Talabaninin bulunduğu bölgeye Kuzey Irak denmez, Yukarı Irak denir uluslar arası literatürde. O Hürriyet Gazetesinin gündelik hayattaki ,Kuzey Irak diye bir laf ortaya , işte öyle gidiyor.

Şimdi orada İsrail'in etkisi büyük, İsrail biliyorsunuz orada kendisine küçük bir İsrail daha istiyor. Yani ikinci bir İsrail olmadığına göre o bölgenin Hindistan'a kadar olan o bölgenin, kontrol altındatutulması mümkün değil , onun için İsrail'in orada projesi var. İsrail'in gerçek projesi ise Kuzey Irak, yani burada sözünü ettiğimiz Talabani bölgesi için kendi modelini oraya teklif ediyor. İsrail modeli nedir, İsrail kendi kutsal kitabına dayanarak dünyada kurulmuş tek devlettir. Yani bir kutsal kitabı getirip sınır göstermeden, coğrafi sınır vermeden, Birleşmiş Milletlere müracat ederek, Birleşmiş Milletler tarafından devlet yapılmış bir, ülke. Buda dünyada bir tek örnektir. Demekki sınırları belli değil İsrail'in, İsrail'in sınırları belli olmadığı için Filistin'in sınırları belli olamıyor. Filistin'in sınırları belli olmadığı için Filistin Devleti kurulamıyor. Çünkü İsrail'in sınırı belli değil, İsrail sürekli olarak benim sınırım şuraya buraya diyor. Başlangıçta 49-51 idi bu iş . Şimdi 94-6 kaldı. Adamları yüzde 6'lık bir yere sıkıştırdılar, ona bile hayır diyor. O bile yetmiyor. Peki daha ilersinde ne var, GAP var. GAP'ta bugün kaç tane yabancı şirket, 81 şirket var. 73'ü ne şirketi yahudi şirketi. Bu yahudiler kim fasik kürtçe konuşan yahudiler. Kim bu kürtçe konuşan yahudiler, kürt yahudileri. Türkiye'de pek çok kürt yahudisi, hepsi de toplumun en tepesindeler. Kimisi yazar çizer takımından, kimisi A gazetesinin yöneticisi, İşte Kürtçülük propagandası bu sayede yapılıyor. Kimisine nobel verdirilmeye çalışılıyor, ötekine yamukluk yaptırılıyor, birtanesine pamuk toplatılıyor. Vesaire.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, 1948 senesine kadar Urfa, Harran, Mardin, Diyarbakır bölgesinde en eski yahudiler, kadim yahudiler, Türklerden çok önce orada yaşayan yahudiler var idi bunlar Ek... yahudileri tevratta yer alan, Nebukatnazar'ın sürgüne gönderdiği yahudiler yaşıyorlar idi.

Bu insanlar, 1948'de Kuzey Irak yani Talabani, Süleymaniye bölgesinden, Erbil bölgesinden İsrail'e gittiler. İsrail'de, Telaviv'de , bende gördüm gezdim, Kürdistan Yahudileri Müzesi var. Bu müzeye dünyanın en zengin yahudileri para vermişler. İnanılmaz güzellikte bir müze, bizden giden 7000- 8000 yahudi ve Kuzey Iraktan gitmiş olan yaklaşık 40000 yahudinin kurmuş oldukları bir müze. Bunlar kendilerini Kürdistan'lı Yahudi kabul ediyorlar, Türkiye'de isimleri Orhan, Selim Yaşar, Kemal var vesaire. Bu insanların çoğu Kürt ve yahudi . Şimdi o bölgede 1999 yılında 19 eylülde Kürdistan Yahudileri partisine girildi, Süleymaniye'de ve Avrupa Birliğinin ilerme raporlarına göre Kürt kimliğinin açıklanması mecburiyeti getirildi Türkiye'ye ve o bölgeye. Şimdi onlar Kürt kimliğini açıklayarak yönetimi yönlendiriyorlar anayasa çalışmaları, parlemento çalışmaları hep İsrail desteği ile yönetiliyor. Kuzey Irak ta Kürdistan dedikleri bölgede model İsrail modeli bunu unutmayın çok önemli oradaki model İsrail'e tanınmış olan Birleşmiş Milletler statüsü modelidir. Sınırları belli olmasın ama burada bir devlet olsun modeli.

Evet Yahudilerde siyonist kelimesinin ekonomik paylaşımdan bahsederken İsrailde ekonomik bir paylaşım olduğunu söylerken yahudi siyonistler diye bahsediniz, siyonist kelimesi dini bir kavram değilmidir? Süleyman tapınağının bulunduğu yerin adı Siyon tepe oradan mı gelmektedir, çelişki olmuyormu?

Orada nasıl söylediğimi hatırlamıyorumama ben anlatayım onu. Siyonizm bildiğiniz gibi milliyetçi bir harekettir. Seküler yani. Bunun içinde de üç tane ayrı akım var. Dinci Siyonistler var Muhafazakar Siyonistler var, Sosyalist Siyonistler var. İşçi partisi, solcu ve yahudilik dinine bağlı kalmama çabasında olan bir siyonist grup. Muhafazakarlarda, muhafazakarlarında tamamının düşüncesi, efendim tabiiki dinimizi koruma zorundayız ama uymak zorunda değiliz. Birde dinci siyonistler var tıpkı Türkiye'de olduğu gibi , hayatını ya ona göre organize edersin yada yaşamazsın. Bu üçü de İsrail'de şeriat yasaları bulunduğu için İsrail dünyada Vatikan gibi olan bir ülke yani Hem Şeriat var gündelik hayatta hem seküler hukuk var, uluslararası hukuk var. Siyonistlerin üçüde siyonist . İsrail Devletinin gerçek adı nedir. İsrail Siyonist Devletidir. İsrail Devleti diyoruz kısaca ama İsrail siyonist devletidir gerçek adı, yahudi devleti değil. Şimdi siyonizm bir milliyetçi akımdır. Bir devlet kurabilmek içine gerekli olan akımdır. Çıkış yeri ve çıkış sahipleri çok farklı yalnız çıkış sahiplerinin başında da Sabatay Sevi hareketi gelir. Yani bizim dönme dediğimiz hareket gelir. Dönme hareketi başladığı için Avrupa'da, 17 yüzyıldan itibaren milliyetçi akımlar, yahudiliğin içinde kök salmaya başladılar. O milliyetçilik akımının sonucunda biz kendimize bir toprak bulup devlet kuralım dediler. Özellikle ikinci dünya savaşında da sonrasında dediler bizim kendimize ait devlet olsaydı, Hitler bizi öldüremezdi. Siyonist ekonomiden söz edilir mesela çünkü adı İsrail Siyonist Devletidir.

Aytunc Altındal