Perşembe, Aralık 27, 2007

Rakamlarla ekonomide dehşet tablosu?


Sebahattin ÖNKİBAR

25/12/2007

Bugün size yorum yapmaksızın sevgili İlhan Kesici'nin devlet bilgileri ile aktardığı rakamları sunarak ekonomide bulunulan dehşet tablosunu dikkatinize sunmak istiyorum.
BÜYÜME ORANI:
2004: Yüzde 9.9 2005: Yüzde 7.6
2006: Yüzde 6 2007: Yüzde:4.2
(Görüldüğü gibi büyümede müthiş bir gerileme var... Dahası ortalama oranda da 1995-99 yılları arasındaki büyümenin gerisindedir.)

İÇ BORÇ:

2002'nin sonunda 149 katrilyon.
2007'nin sonunda 268 katrilyon.

ÖZEL SEKTÖR BORÇLANMASI:

2002 yılının sonunda 44 milyar dolar.
2007 yılının sonunda 139 miliyar dolar

TOPLAM BORÇ:

2002 yılının sonunda 218 milyar dolar.
2007'nin sonunda 436 milyar dolar
(30 milyar dolarlık özelleştirme geliri buna dahil değildir)

HANE HALKI BORCU: (Kredi kartı, taksitli satış. vs.)

2002 yılının sonunda 4 milyar dolar.
2007 yılının sonunda 74 milyar dolar.

FAİZ ÖDEMELERİ:
1975'den 1999'da ödenen faiz toplamı: 127 milyar dolar.
1999'la 2003 arası ödenen faiz toplamı(Bu döneme deprem ve ekonomik kriz olmuştu)128 milyar dolar.
2003'ün başı ile 2007'nin sonu itibarıyla ödenen faiz toplamı: 184 milyar dolar.
(184 milyar dolar demek 60 adet Atatürk Barajı demek.)

FAİZ YA DA BORÇLANMA ORANLARI (Yıllık)
Japonya yüzde 1'in altında borçlanıyor.
Yunanistan 4.78 ile borçlanıyor.
Mısır yüzde 7.13 ile borçlanıyor.
Pakistan yüzde 9.73 ile borçlanıyor.
Türkiye yüzde 17.21 ile borçlanıyor.
Türkiye Mısır ve Pakistan gibi ülkelerin tamı tamına iki misline borçlanıyor.

KUR RAPORU:

Türkiye Merkez Bankasına göre (internette var) TL yüzde 58 değerli.
Ünlü Goldman Sachs'a göre TL yüzde 74 değerli.
Pi Economics'e göre TL çok yakında göçecek.

REKORLAR (Yıllık)

Cari açık: 39 milyar dolar.
Faiz: 46 milyar dolar.
Dış Ticaret açığının GSMH'ya oranı: Yüzde 12.5
Milli Gelir: 300 bin küsur dolar. (İddia edildiği gibi 500 bin küsur dolar değil)

SONUÇ:

IMF'nin son raporu: (Bir ay önceki )
Türkiye ekonomik kırılganlığa (krize) en yakın ülkedir.
Evet yanlış okumadınız bunu İlhan Kesici ya da ben söylemiyorum IMF söylüyor.
Bu tabloyu AKP'ye yüzde 47 oy veren necip milletimize armağan ediyorum...



NEYİN RÖVANŞI...
İlter Türkmen'in MİT aşağılaması!
Sabah Gazetesi'ne mülakat veren İlter Türkmen, "MİT çok büyütülüyor" dedikten sonra şöyle devam ediyor: "MİT, diplomatları vuran Ara Toranyan'ın arabasının lastiğini patlatmaktan başka bir şey beceremedi..." Bunu söyleyen, bu ülkede yıllar yılı diplomatlık ve Büyükelçilik yapmış ve dahası 12 Eylül ihtilali ile de Dışişleri Bakanı olmuş biridir. Bir başka şey, bu kişinin babası Behçet Türkmen de MİT'nin 1953-57 yılları arasında müsteşarıydı. Bu tabloya bakın ve bu ülkeyi kimler yönetmiş siz değerlendirin.. Söyler misiniz bu kişiye ne demeli şimdi? Biz Ermeni olayında MİT lastik mi, başka bir şey mi patlattı onu bilmeyiz de, bildiğimiz şey eski bir Büyükelçi ve Dışişleri Bakanının MİT gibi devletin en temel kurumunu bu şekilde aşağılamasının en insaflı tabirle hafiflik olduğu kanaatindeyiz... Düşünüyorum da yoksa İlter Türkmen MİT'den intikam mı alıyor acaba? Malum babaları Behçet Türkmen 1960 ihtilalinde Yassıada'da CIA ile işbirliği yaptığı ve oradan para aldığı iddiasıyla itham edilmişti.. Bu ithamı yapan da o dönem örtülü ödeneğin başında bulunan Ahmet Salih Korur'du... Türkmen bu bilgileri Korur'a MİT sızdırdı diye onlarca yıl sonra aklınca rövanş mı alıyor yoksa?



SIRADA NE VAR!
Parlamentoya Kürtçe tercüman!
Seçim bölgesinde Kürtçe nutuklar irad eden DTP'nin Van milletvekili Özdal Üçer, konuşmalarının içeriğini soran gazetecilere şöyle demiş: "Kürtçe tercüman tutun..." Evet beyan aynen böyle. Üstelik espri falan da değil. Diyeceksiniz ki TBMM üyesi değil mi? Doğru üye... TBMM'den maaş almıyor mu?Alıyor... Türkçe bu ülkede resmi dil değil mi? Resmi dil.... O zaman bu herze neyin nesidir?... Görüyorsunuz Türkiye nerelere geldi ya da getirildi... Çok değil 15 yıl önce bu ülkede "Kürtler var" denilemezken şimdi Kürtçe bilen tercümanlardan söz ediliyor. Bunu yapan da bu ülkenin birliği ve bütünlüğü için yemin etmiş bir milletvekili... Bu adam yarın kalkıp Meclis'e de Kürtçe tercüman isterse şaşırmayın.... Şimdi böyle birini ve temsil ettiği zihniyeti yani bölücülüğü nasıl mazur görür ve umursamaz davranırsınız... Bu ülke hukuk devleti olmasa da en azından kanun devleti değil mi?. Yargıçlar göreve..



ZARF VE MAZRUF...
AKP kimlere emanet?

Başbakan'ın seçtiği yeni danışmanlara bakın, biri hariç tamamı eski yoldaşlar. Listenin başında da TBMM eski Başkanı 40 yıllık Milli Görüşçü Bülent Arınç'la, Başbakanlık eski Müsteşarı Ömer Dinçer var. Başbakan'ın verdiği talimatla Arınç ve Dinçer partinin son MKYK toplantılarına katılıyorlar. Dahası, hem parti genel merkezinde hem de Meclis'de ayrı ayrı odalar da tahsis edilmiş. Duyumlara göre iki isim, ilk kongrede listeye alınacak ve parti yönetiminin merkezine oturtulacak. Görüldüğü gibi AKP'de zarf ve mazruf farklıdır. Zarf kısmında yani dış cephede şeklen, güya merkeze gelme söz konusudur ama gerçek böyle değildir. Mazrufa yani içine bakarsanız, Polit Büro'nun eski İslamcılardan oluştuğunu görürsünüz... Hal ve realite bu iken AKP'de bulunan bazı eski tüfek solcu ve liberallerin bunu nasıl görmediği ya da görmezden geldiği doğrusu dikkate ve düşünmeye değerdir.


Çarşamba, Kasım 14, 2007

Daha çok aşağılamalar göreceğiz

Yaman Toruner in 13.11.2007 tarihli Milliyet yazisi......

Atatürk'ü anma gününde, Atatürk karşıtı olan Suudi Arabistan Kralı'nı davet edip madalya verdiler. Kral, Anıtkabir'i ziyaret etmedi ve bayrağının yarıya indirilmesi istenince izin vermedi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, cumhuriyet tarihinde ilk kez, Türkiye'de Kral'ın ayağına gitti. Kral, altın tahtını da beraberinde getirmişti. Türk bayrağının bir kenara itildiği ve Atatürk resmi yerine Kral'ın resmi bulunan bir ortamda, Kral'a yağlar çekildi. Neden?
Çünkü, Kral ile ekonomik boyutlu bir anlaşma imzalandı. Suudi Arabistan, Türkiye'de yatırımlar yapacak. Hangi işadamlarıyla ortak olunacağını da dolaylı olarak hükümet belirleyecek.
Petro-dolarlar artıyor. Petrol üreten ülkeler gittikçe zenginleşiyor ve paralarını koyacak yer bulamıyorlar. Bu ülkelerin paralarının Türkiye'de yatırılması yolları aranıyor. Suudilerin,

· Hem ibadetlerini rahatça yapabilecekleri,

· Hem onlara göre oldukça gelişmiş,

· Hem alışveriş yapabilecekleri, her markayı bulabilecekleri,

· Hem ülkelerine yakın sayılan,

· Hem de onlara göre iklimi en iyi ülke, Türkiye.
Üstelik, şimdi dinci bir hükümet de işbaşında. Boğaz'ın en güzel yerleri onlara peşkeş çekilmeye hazır. Karşılarında, para karşılığı Atatürk'ü, Türk bayrağını, uluslararası protokol kurallarını hiçe saymaya hazır bir hükümet var. Tabii ki, Türkiye'ye gelmek ve paralarının bir bölümünü yatırmak isterler.
Ekonomik gidiş kötü. Hükümetin her ay birkaç milyar dolar bulma zorunluluğu var. Bunu,

· Ya yabancı yatırım çekerek,

· Ya özelleştirme adı altında tesislerimizi satarak,

· Ya toprak tahsis ederek,

· Ya sıcak parayla,

· Ya borçlanarak,

· Ya vergileri artırarak,

· Ya yatırım ve harcamaları kısarak,

· Ya da bunlardan her birinden bir miktar yaparak
gerçekleştirecekler.
Sırada, muhtemelen Körfez ülkesi şeyhleri, Brunei Sultanı, Hintli işadamları, Çin'deki hükümet destekli yatırımcılar, Rus mafyasının seçkin isimleri, kaçakçılar ve kara para aklayıcılar da olacak. Para ve oy uğruna bunların yaşattıkları aşağılamalar da sergilenecek.
Bu ekonominin değirmeni, artık taşıma suyla dönüyor. Bize her ay bir biçimde birkaç milyar dolar lazım. Para gelsin de nereden gelirse gelsin. Kim getirirse getirsin. Dolar yeşildir, karası olmaz. Yeter ki biraz para getirsinler, Kuzey Irak'ta yatırım yapan işadamlarımızı da destekler; Kürdistan'ın kurulmasını sineye çekeriz. Biraz para için, Kuzey Irak operasyonundan da vazgeçebiliriz. Askerlik, yan gelip yatma yeri değil, tabii ki şehitler olacak. İşte kafa bu.
Aslında, Başkan Bush da bizimkileri yeterince aşağıladı. Bal gibi operasyon engellendi. Zaten, Yiğit Bulut'un dediği gibi, devalüasyon olmadan, operasyon olmazdı.
İzleyin, daha çok aşağılamalar göreceğiz.

ytoruner@milliyet.com.tr

http://www.milliyet.com.tr/2007/11/13/yazar/toruner.html

Cumartesi, Kasım 10, 2007

Türk Öğün, Çalış, Güven...


"Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek."

Mustafa Kemal Atatürk

Cuma, Kasım 09, 2007

7 ülke dolara savaş açtı

ABD dolarının yerlerde sürünmesi, küresel kredisini büyük oranda kaybetmesi, çöküşün eşiğine gelmesi, bu “hazin öykü”nün ABD ve dünya ekonomisi üzerinde ne tür travmaya yol açacağı, petrol ve altın fiyatlarının tehlikeli biçimde yükselmesiyle madene yatırımın neden öne çıktığı, Batı piyasalarındaki kredi/banka krizleri ve bu gidişatın politik çatışmaya ilişkin boyutları nedense ülkemizde derinlemesine analiz edilmez.

Ekonomik yorumcularımız gündelik verilerin ötesine geçemezken, siyasi ve askeri analizcilerimiz dar bölge çatışmaları üzerinde patinaj yapıp durur. Böyle olunca, ne Türkiye için ne de bölgemiz ve dünya için sağlıklı öngörüler, geleceğe ilişkin perspektifler yansımaz bize. Biraz geniş vizyonla olaya bakanlar da sadece piyasa kuralları ile süreci açıklamaya çalışır, o kadar!

Oysa dünyada derin bir sistemik kırılma yaşandığı, yeryüzünde güç mücadelesinin tahayyüllerin ötesine geçtiği, ekonomik/askeri çatışmanın cephelerinin yayıldığı, Batı'nın ekonomik tahtının sarsılmaya başladığı, Batı'dan Doğu'ya bir nevi güç kayması yaşandığı, dünyanın ezici çoğunluğunun ABD'nin küresel liderliğine karşı amansız bir savaş başlattığı, bu savaşın sadece askeri ve siyasi olmayıp ekonomik boyutunun öne çıktığı, yeryüzü kaynaklarının büyük bölümünü barındıran ülkelerin/güçlerin bu kaynakların Batı refahı için kullanılmasına son vermek için bayrak açtığı, doların ve ABD ekonomisinin yaşadığı bunalımın sebeplerinin önemli ölçüde bu olduğu, kısa vadede küresel ekonomiye yön veren kurum ve kuruluşlarda büyük iflaslar yaşanabileceği, dünyanın ABD'ye karşı sert bir ekonomik savaş başlattığı bir gerçek.

Yaklaşık bir yıldır benzer şeyleri yazıyorum. Doların küresel hegemonik gücünü kaybedeceğini, bunun sadece ekonomik bir sorun olmadığını, aynı zamanda siyasi bir tavır olduğunu, petrol fiyatlarının ve altının beklenenden çok daha fazla yükseleceğini, ABD ekonomisinin açıklarının hızla büyüyeceğini, başkalarının parası ile refah satın alma döneminin kapanmak üzere olduğunu tartışmaya çalışıyorum. Bugün dolara karşı savaşın cephelerine birkaç örnek vereceğim. Yedi ülke dolara savaş açtığını açıkça ilan etti.

1. Suudi Arabistan: Dolar rezervlerini elinden çıkarmaya çalışıyor. Bu ülkenin 800 milyar dolarlık bir birikimi var. Bu parayı Euro ve başka para birimlerine dönüştürmeye, zenginliğini başka alanlara yönlendirmeye başlıyor. S. Arabistan'ın tavrının Körfez ve Ortadoğu sermayesini de benzer bir yöne itebileceği belirtiliyor. Burada, 3 trilyon 500 milyar dolarlık bir miktardan söz ediyoruz.

2. Güney Kore: 2005 yılında bu kararı aldı. Ağustos'ta 100 milyar doları elinden çıkardı. ABD'nin siyasi olarak en önemli müttefiki olmasına rağmen Güney Kore 1 trilyon doları elinden çıkarmaya çalışıyor.

3. Çin: Savaşın en önemli cephesi. Pekin'in dolara karşı tavrı dünyadaki gidişatı yönetebilecek durumda. Çin, daha önce 1,4 trilyon dolarlık bir fon ilan etmiş, artık kazancının ABD dolarına, hazine bonosuna yatırmayacağını açıklamıştı. Şimdi bu bonoları elinden çıkarmaya çalışıyor. ABD ekonomisinin en büyük finansörü Çin için şu söyleniyor: “Dünya ABD'yi satın alıyor, Çin bütün dünyayı.” Doların kaderine ilişkin bilgiler, Çin ekonomi sözcülerinin açıklamalarına göre seyrediyor. Onlar da doların kredisinin bittiğini ilan ettiler zaten!

4. Venezüella: Hugo Chavez'in ülkesi, petrol ticaretini dolar üzerinden yapmama kararı aldı. Chavez, petrol sattığı 12 Latin Amerika ülkesiyle ticaretinde dolar kullanmıyor.

5. Fakir ama yükselen petrol ülkesi olan Sudan, bir yandan ABD ile Çin petrol şirketlerinin çatışmasını yaşarken diğer yandan dolara karşı en sert tavır alan ülkelerden. Darfur sorununun neden gündeme getirildiğini sanıyorsunuz!

6. İran: ABD'nin en büyük düşmanlarından İran, bir yandan doların kullanılmayacağı Petrol Borsası çağrılarını yinelerken, diğer taraftan petrol ve doğalgaz ticaretinde dolar kullanımına son verdi. Tahran, petrol ve doğal gaz ticaretinde yüzde 85 oranında Euro kullanıyor. Geri kalanı ise Birleşik Arap Emirlikleri Dirhemi gibi başka para birimleri üzerinden yapıyor.

7. Ve Rusya: Vladimir Putin 2006 yılında petrol, doğalgaz ve diğer ticari ürünlerde Ruble kullanımını içeren bir arayışı açıkça dile getirdi. Moskova dolar rezervini hızla tüketmeye çalışıyor. Ve bunu siyasi bir tavır olarak yapıyor. Tarihte ilk kez, Rusya ve Asya ekonomilerinin altın stoku G-7 ülkelerini geçmiş durumda.

Dolara savaş açanların, dünyanın en büyük savaş nedeni sayılan enerji zengini, batıyla yarışacak şekilde teknoloji üreten, nükleer güce sahip, ticaret hacmi ve sermaye birikimi hızla artan ülkeler olduğuna, bu ülkelerin yakın bölgelerini etkilediğine dikkat çekelim. ABD ekonomistlerinin bir çoğunun, “dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor” endişelerini de hatırlayalım. Fırsat bulmuşken birkaç not daha aktarayım:

1- İran'la Çin arasındaki ticaret ve yatırım hacmi yüz milyar dolara çıktı.

2- Stalin'den sonra ilk kez Tahran'a giden Putin'le Ahmedinejad, enerji, nükleer ortaklık, silahlanma ve diğer alanlarda ikili ticaret hacmini on yılda 200 milyar dolara çıkarma anlaşması yaptı.

3- Rusya ve Çin'in, Asya ekonomilerini de yanlarına alarak, Dünya Bankası ve IMF'ye karşı büyük bir savaş başlatmaya hazırlanıyor.

5- Venezüella, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Paraguay, Bolivya ve Ekvator gibi Latin Amerika ülkeleri, Dünya Bankası ve IMF'ye alternatif olarak Güney Bankası diye bir proje başlatıyor…

6- Türkiye'nin K. Irak'a müdahale ihtimali petrol fiyatlarını yükselten tek etken değil. Fiyatlar, müdahale K. Irak'tan petrol sevkıyatını durduracak diye yükselmedi. Dünya, Türkiye'nin müdahalesinin bölgedeki güç dengelerini tamamen değiştireceği ve ABD'nin enerji projelerini felç edeceğinden korktu. Asıl sebep bu.

Ben, dar bölge çatışmaları olark izlediğimiz büyük dünya savaşının ekonomik boyutu ile ilgili bilgiler aktarmaya çalıştım. Bu çarpıcı gelişmeleri yeri geldiğinde paylaşmaya devam edeceğim.

Cumartesi, Ekim 27, 2007

Cuma, Ekim 19, 2007

Gençlere Mektup

"...GENÇLER, Türkiye'de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının.

Sırf üniversite bitirdi desinler diye, ananız babanız Amerika'da mastır yaptı diye öğünebilsin diye yükseköğrenime gitmeyin. Sonunda ancak kendinizi kandırırsınız. Temel gayeleriniz,kendinizin ufak çıkarları ötesinde, kendiniz dışında, bu ülke, bu ulus, Türk dunyası, Avrasya, insanlık için olsun. Yüksek hedefleriniz için çalışın. O zaman, kendi durumunuz da kendiliğinden düzelecektir. Maddiyat ve maneviyatı dengeleyin. Formülünüz 'bilim' + 'gönül'dür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize ne de insanlığa hayrınız dokunur. Gündelik siyaset, çıkar grupları, dışardan güdümlü gizli veya açık"cemiyet"lerden uzak durun. Atatürk'ün dediklerini bol bol okuyun, onları işte bu günler için demiş, yazmış. Türkiye'nin şerefli, refahlı, itibarlı ve bağımsız geleceği için Atatürk yolumuzu çizmiştir.
Dış ülkelerden, onların yerli kuyruklarından medet ummayın.

Gayeleri bize yardımcı olmak değil, Türk adını tarihten silmektir.

Dünyanın neresinde olursanız olun, kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih ve kültür bilincini, binlerce yıllık geleneğini kaybetmeyin. Dış ülkelerde ne kadar kimliğinizi korursanız yabancılar da size o kadar itibar edecektir.

Başkasını taklit etmeyin. Kendi yolunuzu çizip azimle yürüyün. O zaman herkes sonradan sizi taklit edecektir. Eğitimde önce bir meslek, gerçek bir beceri, bir altın bilezik sahibi olmaya bakın.

Ne yaparsanız yapın en iyisini yapın. Siyasetçinin bilimcinin en kötüsü olunacağına tamircinin parmakla gösterilen en iyisi olmak yeğdir.

Bulabilirseniz Türk okuluna, eğitimin Türkçe verildiği okullara gidin. Konulara merak sarın, not için çalışmayın. O meslekte yararlı olacak bir yabancı dili oğrenin. Bülbül gibi konuşup yabancıdan ayırt edilemez hale gelmek hiç şart değil.

Unutmayın ki Türk olmak bir kafa gönül işidir.

Türk kültürüyle, diliyle, ata sevgisiyle Türk'tür. Soy sop meselesi karıştırarak, o herşeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan iç düşmanların kitaplarına, yaygaralarına kulak asmayın. Kültürgenleri, ırk genlerinden daha önemlidir.

Vatanı, milleti için her türlü fedakarlığa hazır bir taban gerekiyor.

Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş, kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar, içinde vatanının geleceğini düşünmeyen, daha da acısı vurdum-duymazlaşmış kalabalıklar oluşturulmuştur.

Bu durumda gerçek bir önder çıkabilse bile başarılı olma şansı pek azdır.

Şimdi yapılacak iş hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçleşmesine, vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına önayak olmaktır.


Türkiye' yi tekrar Kuvayi Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır..."

Oktay Sinanoğlu

17/10/2007 - İşbirlikçilere Kötü Haber!


Bu topraklar üzerinde birlikte doğup büyüdüğü, suyuna ekmeğine ortak olduğu insanlarla birlikte yaşayıp bu toprakların sunduğu olanaklarla bir yerlere gelebilen ve bulundukları konumda emperyalist güçlere hizmet eden işbirlikçiler... Sizlere kötü bir haberim var.
Genelde –şimdilerde kendini küreselleşme diye yutturan- emperyalizm ve özelde de onun öncü vurucu gücü ABD'nin bulunduğumuz bölgedeki çıkarları gereği uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında hizmetkârlığı seçen Soros çocukları... Nereye dükkân açtığınızı ilk ağızdan öğrenmek ister misiniz?
ABD'de yayın yapan Sawa radyosunun haberine göre; NBC News televizyonu siyasi uzmanı Rick Francona ilginç açıklamalarda bulunmuş. İşgal öncesinde CIA'nın Irak'ta Saddam Hüseyin'e karşı gizli bir birim kurduğunu ve kendisinin de bir dönem bu birimde yer aldığını ifade eden Francona, Saddam iktidarı sırasında Iraklı generallerle görüştüklerini, onları yönetime karşı gizli birime üye olma ve olası bir işgal ya da darbe sırasında direnişe katılmama konusunda ikna etmeye çalıştıklarını söylemiş.
CIA'nın işgalden önce kendisini Saddam yönetiminin güçsüz olduğu Kuzey Irak'a gönderdiğini ve aralarında Irak Devlet Başkanı Celal Talabani'nin partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin de bulunduğu muhalif kürt gruplarla görüştüklerini belirten Francona, ölüm cezasına çarptırılan eski Savunma Bakanı Haşim Ahmet'in de CIA ile işbirliği yaptığını ve bu nedenle yargılanmaması gerektiğini, bunun (yani işbirlikçi Ahmet'i yargılamanın) ABD ile işbirliği yapmaya istekli kişiler açısından kötü örnek olduğunu söylemiş!
Hani emperyalizm/ABD'nin çıkarları doğrultusunda canla başla çalışıp, emperyalizme karşı ulusal çıkarlarını savunan bu toprağın insanlarını kötülüyor, aşağılıyor, yıpratmak amacıyla elinizden geleni ardınıza koymuyor ve en büyük engel gördüğünüz TSK'yı yerden yere vuruyorsunuz ya... Eski CIA görevlisi Francona'nın da açıkça itiraf ettiği gibi, bu çabalarınız geleceğinizin garantisi değil, hiç değil!
Siz kendinizi emperyalizmin has adamı sanmaktasınız ki, yanıldığınızın son örneği işbirlikçi Haşim Ahmet! Gördüğünüz üzre işbirlikçi olmak, bir işin ortağı olmak anlamına gelmiyor. Emperyalizmin/ABD'nin işbirlikçisi olmak demek "Kâğıt Mendil" olmak demek. İşe yaramaz olduğunuzda efendileriniz tarafından çöpe atılacaksınız demek.
Saddam Hüseyin'in Savunma Bakanı iken ABD ile işbirliği yapan Haşim Ahmet'in işe yaramaz olunca çöpe atılması gibi... Ölüm cezasına çarptırılması gibi... Hani haber vereyim dedim.

(Haber Kaynağı: Cumhuriyet/ 16 Ekim 2007)

Çarşamba, Temmuz 25, 2007

Üniversite – Sanayi İşbirliği üzerine

Ekonomik hayat insan ihtiyaçlarının karşılanması içindir, bir başka deyişle üretim tüketim içindir. Ekonomik yarış ise bu tüketimin daha ucuz, daha kaliteli, daha güvenilir, daha güvenli, daha sürekli, daha estetik, daha çevreci, daha kullanılabilir ürün ve teknolojilerle karşılanması üzerinedir.

Yetenekler özgün alanda toplanmalı, özgünlük tescil edilmeli

Küreselleşmenin arttırdığı rekabet koşulları ve hızla gelişen bilim ve teknoloji, ürünlerin pazar dolaşım ömrünü gün geçtikçe kısaltmaktadır. Bu durum, gelişmeleri çok yakından izlemeyi, kurumsal yetenekleri en özgün alanda toplamayı ve kaynakları en verimli kullanmayı gerektirmektedir.

Artık çağımızda, her üretken organizasyon pazarın, tüketicilerin, üreticilerin ve dolaşımdaki ürünlerin değişim eğilimlerini yakından takip etmek zorundadır. Kendi yetenek ve zaaflarıyla hedeflerini doğru koymak zorundadır. Bu hedefe ulaşmak için, bilim ve teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlemeli ve katma değerini özgün buluş ve tasarımlarla oluşturmalı, bunun yasal tescil ve korumasını sağlamalı hatta başlı başına tasarım ve patent tescilini bir mübadele biçimi olarak kullanmalıdır.

Tüm bunlar bilim çevreleri ile üretim çevrelerinin işbirliğinin her geçen gün daha da zorunlu kılmaktadır. Hatta gelecekte bilim yegane üretim gücü olacaktır. Biz buna sanayi ötesi toplum ya da bilgi toplumu diyeceğiz. Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerde üniversite – sanayi işbirliğinin yeni binyılda henüz başlamakta olduğunu görüyoruz. Bizim gibi ülkeler için, hem üniversite hem de sanayi tarafında belli başlı uyum sorunları ve bunlara ilişkin çözüm önerileri her iki cephede çalışmış yazarın deneyimlerinden kalkarak bu yazının konusu olacaktır.

Tüm profesyonel çalışma proje disiplini altında yapılmalı

Üniversite Açısından zorluklar:

1- Üniversitelerimizde akademik kariyer hali hazırda yayın odaklıdır. Bu ise yabancı bilimsel dergileri yakından izleyen, bunları çeviren ve yeni kombinezonları yayınlayan bir akademik çevreyi oluşturmuştur. Bu durum, bazı akademisyenleri ülkelerindeki ilgili alanlardaki gerçek sorunlardan uzaklaştırmış ve gün geçtikçe onlardan da kaçar hale getirmiştir.

2- Yurtdışında, gelişmiş ülkelerden bilim ve teknoloji transferi yapmak amacıyla, genellikle lisans sonrası eğitim yapmak üzere gönderilen öğrenciler, o ülkelerin sorunlarını çözmek için tüm enerjilerini tüketirler. Üstelik devletimiz, çoğu burslu giden bu öğrencilerimiz için yurtdışına para öder. Bu bazı akademisyenlerin ülkelerine dönüşte çok büyük uyum problemleri yaşadıkları açıktır. Bazıları geri gelmez, geri gelenlerin de yine ülkemizin o alandaki sorunlarıyla pek bir alakaları kalmamıştır.

3- Ülkemizdeki akademik eğitim, ekseriya teorik kalmaktadır. Örneğin, bütün tıp fakültelerinin hastaneleri mevcuttur. Eğitimin temel düsturu ancak bilginin deneyim süzgecinden geçtikten sonra öğrenilebilecek olduğudur. Birçok mühendislik alanında eğitim, bu tip bir uygulama alanına sahip olmadığı için gerçek amacına ulaşmamaktadır. Böylelikle birçok “diplomalı çaylak” ortada dolaşmaktadır.

4- Üniversitelerimizin ekonomik hayatımızın gerçek problemlerine çözüm üreteceği proje kültürü kamu kaynakları tarafından yeterince desteklenmektedir. Örneğin Japonya, ABD ve İsveç’te GSMH nin % 20’sinden fazlası Ar-Ge projelerine ayrılmışken, Türkiye’de bu oran % 0,6 olup 9. Kalkınma Planı’nda 2014’de % 2 olması hedeflenmektedir.

Sanayi Açısından zorluklar:

1- Tipik bir sanayici öyküsü çırağın, askerden dönünce kendi imalathanesini kurmasıyla başlar. Yeni usta, genç girişimci olmanın dinamizmiyle başarılı bir dönem geçirir. Üretim altyapısının tüm kredi ödemelerini bitirir. Sonraki yıllarda hayat nedense her geçen gün zorlaşır. Gün gelir işçi maaşlarını bile zor öder, işçi çıkarmak zorunda kalır. Hep de hayatın kötüleştiğinden dem vurur. Bir tek gün demez ki “ Ekonomik hayatımdaki 20 yıl boyunca hep aynı şeyi yaptım. 20 yıl boyunca ne aynı kaldı ki? Ben hep aynı kalmak istedim!”. Kendi ürün ve tekniğini geliştirmesini anladığında ise çoğunlukla zaman geçmiştir. Böylece bir işletme daha son bulur.

2- Özü gereği Ar –Ge millidir. Hiçbir zaman çok uluslu şirket yoktur ve olmamıştır. Gerçekte, her şirketin bir merkezi, merkezinin bulunduğu yerde Ar-Ge’si yani bilim ve teknoloji birikimi ve mülkiyeti vardır. Bu sebeple bu şirketler çokuluslu değil, çok ulusta faaliyet gösteren şirketlerdir. Merkezinin olmadığı diğer ülkelerde her türlü tercihi çevre kirliliğini uzaklaştırmak, düşük işçi ücretlerinden yararlanmak, hammadde kaynaklarına daha kolay ulaşmak amacıyla yaparlar. Bu yüzdendir ki çok ulusta çalışan şirketler ve onların yerli işbirlikçileri, o ülkede Ar-Ge istemez ve yapmaz.

3- Yakından bakıldığında görülecektir ki taklide dayalı üretimin, kalpazanlıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durumun önlenmesi ve o ülkede sanayinin gelişebilmesi için sanayi mülkiyet hukukunun her şeyden önce gelişmiş ve uygulanabilir olması gerekir. Örneğin ABD’de patent yasası 1700’lü yılların sonunda yasallaşmış, bilindiği gibi Graham Bell telefonun icadıyla ilk patenti almıştır. Kıta Avrupası’nda sanayi mülkiyet hukuku 1800’lerin başlarında gelişme göstermiştir. Oysaki Türk Patent Enstitüsü 2000 yılında kurulmuş 2005 yılından beri mahkemeler dava görmeye başlamıştır. Fikri haklar korunmadıkça Ar-Ge’ye kaynak ayırmanın da hiçbir ekonomik geri dönüşümü söz konusu değildir.

4- Ülkemizde son derece dengesiz, nitelikli işgücü dağılımı vardır. Örneğin dünya deri sanayisi yatırımının 1/5’ine Türkiye sahiptir. Türkiye’nin dünya deri sanayi ekonomisinden aldığı pay ise %1,5 dolayındadır. Türkiye’nin uzay sanayi ile ilgili henüz bir yatırımı yoktur -yanlış anlaşılmasın, kesinlikle olmalıdır- ve Türkiye’ de her yıl 100 civarında uzay mühendisi, 50 civarında da deri mühendisi mezun olmaktadır.

Çözüm önerilerimize gelince:

1- Üniversitelerdeki akademik yükseliş kesinlikle proje yapmak ve patent almakla ilişkilendirilmelidir.

2- Yurtdışındaki akademik eğitim, kesinlikle yürümekte olan projelerimizdeki tanımlı görevler için olmalıdır.

3- Üniversitelerimizdeki akademik eğitim, uygulayıcı ekonomik organizasyonlarla birlikte yürütülmelidir.

4- Üniversitelerdeki eğitim planlaması, sanayinin tanımlı projelerine istihdam amaçlı yapılmalıdır.

5- Kamu kaynaklarından Ar-Ge için kesinlikle en büyük bütçe kalemi ayrılmalıdır.

6- Uzun müfredat temelli eğitim yerine, kısa probleme dayalı sürekli eğitim modeli anlayışı gerçekleştirilmelidir.

Sonuç olarak iyiliğin üretkenlikten, başarının ise yenilikten geçtiğinin vurgulanması gerekir.

Pazar, Temmuz 22, 2007

Dinin Yükselen Değeri ve Türk Müslümanlığı

[Ethem MANASLI]

Türk Müslümanlığı’nın itikadî mimarı büyük Türk âlimi İmam Ebu Mansur Mâturudi’dir. Semarkand’a bağlı Mâturud kasabasında yetişen bu İslâm itikadının büyük imamı, diğer büyük itikad imamı Hasan El-Eş’âri’den, o dönemin sıcak tartışma konusu olan "Allah’ın zâtı ve sıfatı" konusunda ayrılmaktadır.

Bilindiği gibi sanayi toplumunun teknolojik temeli; buhar makinesinin icadıyla İngiltere’de, ideolojik-siyasî temeli; 1789 İhtilâli ile Fransa’da, felsefî-düşünce temeli de; Hegel ve Marks’ın katkılarıyla Almanya’da atılmıştır. Adına makine çağı da denilen bu dönemde pozitif bilim, bütün gerçeklerin altında tek bir doğru olduğu inancından hareketle, bütün hayatı “nesnelleştirmeye” yönelmiştir.

Sanayi toplumunun dünya görüşüne kaynaklık eden Hegel’in “tarihî idealizm”i ve bu düşüncenin tepetaklak edilmiş şekli olan Marks’ın “tarihî materyalizm”i, her şeyin zıddıyla mücadele içinde varlığını sürdürdüğü temel görüşüne dayanan diyalektiğin üzerine kurulmuştur. Esasında, Kur’an’da, “Ders alasınız diye her şeyden çift çift yarattık” ayetiyle çok önceden bildirilen ve yaratılmışların tanınması, bilinmesi ve insanın hizmetine sunulması, bütün bunların ötesinde de; maddeden mânâya, sınırlıdan sınırsıza, yaratılmıştan Yaratıcıya giden tefekkür yolunda bir düşünce yöntemi olarak, akıl sahibi insanlarca kullanılması için bahşedilmiş bir yaratılış gerçeğidir, diyalektik.

Gerçekten de bizler gündüzü geceyle, iyiyi kötüyle, güzeli çirkinle, beyazı siyahla, bütünü parçayla, erkeği kadınla vb. tanırız ve anlarız. Ayrıca çift çift yaratılanlar, bilmenin de ötesinde hayatımızın inişlerini ve çıkışlarını oluşturarak, bireysel ve toplumsal gelişmemizi ve olgunlaşmamızı da sağlarlar.

Diğer taraftan, yaratılmışların bilinmesinde anahtar görevi üstlenen çift çift yaratılmış zıtlıklar, Yaratıcının zâtının niçin bilinemeyeceğinin cevabını da verir bize: Yaratıcı “zıddı” olmayan “tek” olduğu için zâtı bilinemez. Bu gerçekten uzak olan Batı tefekkürü, âdeta yaratılmışlar ile Yaratıcı arasındaki ilişkiyi, yaratılmışlar için geçerli olan tez-antitez ilişkisine indirgeyerek; “Tanrı-Meryem” bağlantısından “İsa” sentezine ulaşarak “teslis” inancını geliştirmiştir.
Sanayi devriminin itici gücü olan makine, “tez–antitez” ilişkisinden hareketle parça-bütün zıtlığının senteze ulaştırılmış bir sonucu iken, bilgi toplumunun itici gücü olan bilgisayar da “var-yok” zıtlığının (tez-antitez) “1-0” şeklinde elektriksel işaretle kodlanmasıyla oluşturuldu. Dolayısıyla çift çift yaratılanlardan, bilimsel yöntemler kullanılarak gerektiği gibi alınan dersler sayesinde bilgi toplumu seviyesine ulaşıldığı yorumunu yapmak pekâlâ mümkündür.

Aynı diyalektik düşünce metodundan hareketle, halkın “evet-hayır” ikilisinden birini tercih etmesiyle iradesini belirttiği ve adına “modern demokrasi” dediğimiz yönetim biçimi de sanayi toplumu ile yaşıttır. Bu yüzdendir ki, sanayi toplumu aşamasını tamamlayamayan ülkelerdeki demokrasi ya yoktur ya da kör topal yürütülmeye çalışılmaktadır. İç politikada siyasî yelpazeyi “sağ-sol” zıtlığı temelinde şekillendiren bu düşünce biçimi, uluslararası politikayı da, özellikle Soğuk Savaş döneminde, “Doğu-Batı” zıtlığı üzerine kurmuştur. NATO ve Varşova Paktı çerçevesinde oluşturulan iki kutuplu dünyada bir çok mesele kolayca çözülebiliyordu. Komünist ülkelerin yönetimleri, kapitalist tehdit ve tehlikelere göre, kapitalist ülke yöneticileri de komünist tehdit ve tehlikelere göre tavırlarını ve politikalarını kolaylıkla belirliyorlardı. Hatta tavırlardaki kararsızlıklar, karşı tarafın tavrının tamamen zıddını takınmakla giderilebiliyordu. Çünkü olayları tez-antitez zıtlığı içinde değerlendirmek, karmaşık sorunları basite indirgeyerek anlamada ve sonuca gitmede kolaylık sağlıyordu.

Fakat bu anlayış biçimi, fizikte madde ile enerji arasındaki “geçiş bölgesi” yâni kuantum alanına ulaşıldığında, yâni Newton susup, Einstein konuşmaya başladığında, dünyayı tanımlamaya yetmemeye başladı. Determinist mantığın yerini, Nasrettin Hoca’nın “Sen haklısın, sen de haklısın, hanım sen de haklısın” sözünde ifâdesini bulan ve Lütfi Aliasker Zâde isimli Azeri Türkü tarafından geliştirilen, “Puslu mantık” aldı. Pozitivist determinist anlayışın yerini “mâneviyatçı” diye tanımlanabilecek kuantumcu anlayışlara bırakmasıyla, teslis inancı yıkılmaya, tevhid inancı yayılmaya, akıl ile gönül arasında iletişim kurulmaya başlandı. Kısaca materyalist dünya algılaması zayıflarken mâneviyatın biçimlendirdiği holistik dünya tasarımları kendisine rasyonel zeminde bir yer edinmeye başladı. Bu ise, dinî inançların getirdiği bakış açılarının hayatın her alanına rengini vurmasına imkânı verdi. Bilim ve inanç dünyasında yaşanan bu köklü değişmelerin, materyalist-ateist-determinist Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte hızlanması, konuya uluslararası bir boyut kazandırdı. Böylece insanlık, hayatının her alanında risklerle dolu bir geçiş dönemi yaşamaya başladı. Her geçiş dönemi risklidir ve olumlu veya olumsuz ciddî sürprizlere gebedir, içinde yaşadığımız bu dönemde bundan muaf değildir.


Sanayi Toplumundan Bilgi Toplumuna Geçiş Süreci

Toplumsal gelişmelerin geçiş dönemleri, yeni toplum tipinin doğum sancılarının yaşandığı; bunalımlı, çalkantılı bir süreçtir. Böyle zamanlarda insanlar, belirsizlik değil sağlamca tutunabilecekleri toplumsal değerler ve kurumlar ararlar. Bu ihtiyaca cevap verebilecek kurumların başında da din gelmektedir. Esasında din duygusu ve kurumu, ferdî ve toplumsal hayatın bütün dönemlerinde canlılığını ve etkinliğini sürdürür. Fakat geçiş dönemlerinde, diğer değerler ve kurumlar hızla erozyona uğrarken din, insanların inanacakları ve bağlanacakları bir sistem olduğu için, daha çok canlanır ve etkinleşir. Bu durumun başka önemli bir nedeni de, istikrarlı zamanlarda günlük hayatın koşuşturmalarının, eşya âlemiyle oluşturulan meşguliyetin başka bir anlamıyla bütünüyle yaratılmışlar dünyasının insanın idrakinde oluşturduğu bir sis perdesinin, insanın inanç dünyasındaki boşluğu kısmen doldurmuş olmasıdır. Yâni istikrarlı ortamlar bir anlamıyla insanın Allah'a gâfil olmasına yol açmıştır. Geçiş dönemlerinin oluşturduğu kaotik ortam ve kasırgalar, bu sis perdesini dağıtarak ve insanların gafletten uyanıp dine yönelmelerine yol açar. Savaş ve tabiî âfet zamanlarında da aynı durum yaşanır.

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken -1700'lü yıllarda- yaşanan bunalımın bir benzerini, sanayi toplumundan bilgi toplumuna -1950’den günümüze- geçişin yaşandığı günümüz dünyasında görülmektedir. Bu sebepten dolayı özellikle bu geçişin sosyal hayatta ve anlam dünyasında yoğun olarak hissedildiği Batı'da, genelde madde ötesine özelde dinî değerlere ve kurumlara bir yöneliş söz konusudur. Fakat bu seferki yönelişin özellikle insanın yükselen değerleri istikâmetinde, fıtrata uymayan dinlerin aleyhine bir gelişmeyi de beraberinde getirdiği gözlemlenmektedir.


Bir Toplumsal Kurum Olarak Din

Yapılan tarihî ve sosyolojik araştırmalar gösteriyor ki, tarihin her döneminde insanlar, kendilerinin gücünün üstünde bir yüce güce, çevrelerindeki eşyâları yaratan ve yönlendiren bir “Yaratıcıya inanmışlar ve bu inançları doğrultusunda da fizikî ve toplumsal yapılanmalara gitmişlerdir. Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan bütün eski yerleşim merkezlerinin bir mâbed etrafında yapılandıkları görülmüştür. Buradan hareketle denilebilir ki, eski veya modern bütün kültür ve medeniyetlerin mayasında din ve dinden kaynaklanan inançlar ve bu inançların yön verdiği fikirler, ideolojiler vardır.1

Batı'da, din psikolojisi ve sosyolojisi üzerine araştırmalar yapan bilim adamları, kendi dünya algılamaları ve inanç esasları üzerinden meseleyi tahlil etmeye yöneldiklerinden dolayı, bütün bilimsellik iddialarına rağmen, Hıristiyanlığın “baba, ana, oğul” üçgeninde oluşturulan "kutsal aile" inancına bağlı olarak düşünmüşlerdir. Bu araştırmacılar, çocuklardaki ve gençlerdeki dinî arayış ve yönelişleri, aile içindeki ana-baba ihtiyacına bağlayarak, bir göksel kutsal inançlar ailesi kavramına ulaştılar. Bu araştırmacılardan birinin ifâdesi şöyledir: "Din ilkin görünen bir anne ile babaya karşı duyulan, sonra da göklere çevrilen, insanlık ailesinin görünmeyen babasına yönelen, evlâtlık sevgisinden başka bir şey midir?"2

Genel olarak söylersek, bu konularda araştırma yapan Batılı bilim adamları bütün şöhretlerine rağmen oldukça geri bakış açılarına sâhiplerdir. Çünkü onlar özellikle "insanın câhili" olmakta hâlâ diretiyorlar. Hâlbuki, insan Allah'ı, fıtratı ve tabiatı gereği aramaktadır. Yâni insan Yaratıcısı'nı aramaya mahkûmdur. Tıpkı Hz.İbrahim gibi… Hz. İbrahim'in inanç mâcerası, insanın zât programında müstesna bir yere sâhip olan Yaratıcıyı arama ve bulma ihtiyacını ve bunun sağlıklı diyalektiğini gösterirken, insanların çok azının Allah'ın lûtfu ile hakikâti yakalayabildiklerini de bildirmektedir. İnsanın, inanma ihtiyacına sağlıklı cevaplar bulamaması ve inanma ihtiyacını somut veya sahte ilâhlarla gidermeye çalışmasının ise onu eşyanın esiri kılacağı anlatılmaktadır.

İslâm’ın ışığında konuya yaklaşacak olursak; insanın özündeki inanma ihtiyacını programlayan sır sebep, "Biz Adem'e ruhumuzdan üfledik" âyetiyle bildirilen "İlâhî emânetin" geldiği, koparıldığı esas bütüne, ana kaynağa ve öz vatana duyduğu kavuşma istek ve arzusudur. İşte, insanların Allah'a muhtaçlığı bu sebeptendir ve Kur'an'da; "Ey insanlar siz, hepiniz Allah'a muhtaçsınız"3 buyrularak, zât programımız gereği yüzümüzü O'na çevirmemizle esas ihtiyacımızı giderebileceğimiz şu âyet ile bildirilmektedir: "O hâlde, yüzünü muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına hiçbir şey, hiçbir yanlış yorumlama bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat, insanların çoğu bunu bilmez."4

İşte böyle bir fıtrat dini, diğer bir ifâdeyle İslâm dini olan orijinal Hıristiyanlık, Romalı zâlimler vâsıtasıyla ve paganizmin etkisiyle bozuldu. Bu saptırmanın tarihî süreç içindeki gelişimi kısaca şöyle oldu: “Allah'ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa” hak dini çevresine tebliğ etmeye başlayınca, başta Yahudiler olmak üzere Romalıların büyük baskısı ve zulmüne uğradı. Roma'nın bütün baskılarına rağmen gelişmeye devam eden Hıristiyanlık, özellikle ezilen insanlar arasında yayılıyordu. 324 yılında tahta geçen İmparator Kostantin Hıristiyan oldu ve devlet imkânlarını da kullanarak halkın büyük çoğunluğunu oluşturan putperestlerle sayıları gittikçe artan Hıristiyanları tek bir din altında toplamak için 325 yılında İznik konsülünü toplayarak teslis inancını kabul ettirdi. Bu inanç putperest Yunan'ın kutsal tanrılar ailesinin bir versiyonuydu. Diğer taraftan uygulamaya yönelik Hıristiyanlık kurallarını da değiştirdi. Bu değişikliğin amacı ise Romalıların alışageldikleri yaşantı biçimini sürdürmekti. Bu amaçla orijinal Hıristiyanlık'ta yasaklanan fâiz, domuz eti ve içki yasağını kaldırttı. Kiliselerin resim ve heykellerle doldurulması da bu dönemle birlikte başlar. Bozulan İncil'le birlikte fıtrat dini olmaktan uzaklaşan Hıristiyanlık, zaman içinde başka kul müdâhaleleriyle bu günlere kadar geldi. Bu pencereden bakıldığında, bugünün küresel hegemonik güçlerinin başta İslâm olmak üzere mevcut dinleri kendi istekleri, arzuları, hedefleri ve yaşam tarzlarıyla uyumlu hâle getirmenin gayreti içinde olmaları daha bir anlamlı hâle gelmektedir.

Aydınlanmanın ve bilgilenmenin sağlamış olduğu, eşyâyı ve insanın kendisini daha yakından tanıma imkânı, Batılı düşünen insanları tarım toplumu döneminin sonuna doğru kiliseye ve onun temsil ettiği bozulmuş Hıristiyanlığa karşı mücâdeleye sevk etmiştir. Fakat bu mücadele kilise ve hükümdarın iktidar vasıtası hâline gelen Hıristiyanlığa karşı olmaktan çıkarak âdeta Tanrı ile bir mücadeleye dönüşmüştür. İnsana aklın rehberliğinde bir gelecek vaad eden Aydınlanma, düne göre Batılı insana daha çok değer atfetmişse de, bu insandaki inanma ihtiyacını gidermemiştir. Batı’da dinî arayış sürmüştür. Çünkü aklın rehberliğinde ancak gerçeğin alacakaranlığına ulaşılmış, sanayileşmenin getirdiği gelişme bu alacakaranlıkta insanın kendisine yeni ilâhlar edinmesine mani olamamıştır. Hıristiyanlığın çağın gerekleri ışığında zaman zaman kendini yenilemeye çalışması, Hıristiyanlığın insana yaklaşımındaki en temel açmaz olan; insanların doğuştan suçlu ve günahkâr kabul eden zihniyetin bütün olarak dönüşmesi anlamına hiçbir zaman gelmemiştir. Bu sebepten hâlen doğan çocuklar, bir "baba" tarafından vaftiz edilerek temizlenmeye(!) çalışılmaktadır. Basitmiş gibi gözüken bu konu, temel insan haklarına yapılan en büyük saldırıdır. Bu bağlamda insanî değerlerin ön plâna çıktığı günümüzde teslis inancında yapılacak birkaç tâmirat Hıristiyanlığı kolay kolay kurtaramaz.

İnsanı her şeyin merkezine oturtan gerçek dini arama ve bulma gayretinin artarak güçleneceği zaman dilimi, bilgi toplumu dönemi olabilir. Bilgi toplumunun sağladığı imkânlar, sanayi toplumunun ikili felsefesinin kurduğu soyut ve somut duvarları yıkarak her sahada çoğulculuğun kapıların ardına kadar açıyor. Artık temsili demokrasinin yerini katılımcı çoğulcu demokrasi alırken, insanlar hayatlarının her alanında siyah ve beyazdan başka renklerin de varlığını fark ediyor. Bu çoğulculuk yıllardan beri ikili düşünceyle şartlanmış insanlara ve yönetimlere ürküntü veriyor. Bu korku ve ürküntü bencil istek ve arzularla birleşince ulusal ve küresel çapta komplolara ve saldırılara dönüşerek dünya barışını ve insanlığın huzurunu ciddî boyutlarda tehlikeye sokuyor.

Her şeye rağmen bilgi toplumunun oluşturduğu ortam; her türlü bilgiye kolaylıkla ve özgürce erişebilme imkânı, insanın her sahada öne çıkması, akıl ürünü her türlü insansız ve insafsız ideolojilerin hayatın karmaşık gerçekleri karşısında çâresiz kalması ve hatta iflâs etmesi, Hıristiyanlığın her geçen gün zayıflayan hâli, bütün bunlar ve diğer maddî ve mânevî sebeplerden dolayı; insanlığın kendini tanıması, haklarının farkına varması, karanlıktan aydınlığa çıkmak için bir ışık, bir nur aramaya başlaması geleceğimiz açısından umut veren olumlu gelişmeler olarak değerlendirilebilir.

Tarihî tecrübeler göstermiştir ki, İslâm’ın aydınlatma (imân), arındırma (ihlâs) ve olgunlaştırma (uygulama) işlemi, mutluluk çağı (asrı saadet) dışında en güzel ve kâmil seviyede Türk milleti tarafından yaşanmış ve yaşatılmıştır. Böylece tarihî süreç içinde Türk’ün yaşadığı ılıman iklimli coğrafyalarda adına Türk Müslümanlığı denilen bir olgu gelişmiş ve bugünlere taşınmıştır.

Türk Müslümanlığı Kavramını Düşünme

Milletler mücâdelesinde din faktörü dün olduğu gibi bugün de derinliğini ve etkinliğini arttırarak sürdürüyor. Bölgesel ve küresel etkinlik kazanmaya çalışan güçlü ülkeler üç büyük semavî dinin ana merkezlerini ve kesişme noktalarını kontrol etmek istiyorlar. Bu konuda Vatikan, Mekke, Medine, İstanbul ve Kudüs öne çıkan merkezler olarak dikkat çekiyor.

Şurası bir gerçektir ki, millî kimliğin oluşmasında, korunup geliştirilmesinde önemli bir görev yapan din ve buna dayalı kültürel yapılanmalar dikkate alınmadan, ne sağlam bir millî savunma ne de etkili bir millî atılım yapılabilir. Günümüzde bütün acımasızlığı ile devam eden milletler mücadelesinin arka plânındaki yönlendirici saiklerden birisi de din iken, Türkiye’nin muhatap olduğu saldırılar karşısında direnç merkezleri oluşturmak isteyen karar alıcıların dinin bu boyutuna yeterince ehemmiyet verdiğini ve ondan faydalandığını söylemek mümkün değildir. Şüphesiz ki bu durumun önemli sebeplerinden bir tanesi, İslâm adına hareket ettiğini söyleyen kişilerin eyleme dönük hareketlerinin yarattığı anlam kaymasıyken diğeri de, sistemin dine (İslâm`a) hâlâ Kurtuluş Savaşı sonrasındaki anlayış ve psikoloji ile yaklaşma eğilimini sürdürmesidir.

Tarihî bir dönemecin alınmakta olduğu günümüzde, bu ülkeyi yönetme durumundaki kadroların, genelde din özelde İslâm gerçeğinden uzun süre kaçmaları mümkün gözükmemektedir. Dinin tasavvufi boyutunu reddeden bu sebepten İslâm’ı çoraklaştıran, kısırlaştıran ve nihâyet terörize eden Arap ve Fars Müslümanlığı’nın verdiği görüntüye bakarak ve Türkiye’deki kahir ekseriyetin onlar gibi düşünmediğini ve yaşamadığını görmezden gelerek, İslâm’a karşı mesafeli durmak; küresel hâkimiyet peşindeki güçler karşısında mücadeleye yenik başlamak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda emperyalizmin vahşi hedeflerinin arka plânındaki dinî motifleri iyi tahlil etmek durumundayız. Eğer dinin sosyal hayatta oynadığı rolü ve insanlara verdiği aşkı, ruhu doğru analiz edemezsek bu; “ılımlı İslâm” olarak lanse edilen modelin kitlelere yayılmasına, bu tasarımın zihniyetleri şekillendirmesine, Türkiye’nin federasyonlaştırılmasından bölünmesine varıncaya kadar bir sürü projeye müsaade eden bireyler vücuda getirmesine, yâni sâdece maddî olarak değil mânevî olarak da ülkemizin ve insanlarımızın sömürülmesine göz yummak anlamına gelecektir.

Bu gerçekler ışığında, Batı’nın oryantalist bakış açısının ürünü olan “ılımlı İslâm” ve “radikal İslâm” tasarımlarının dışında, binlerce yıllık bir tarihî birikimi olduğunu ve bin yıldır İslâm’a kalıcı hizmetleri yaptığını söylediğimiz Türk milletinin kendine özgü İslâm anlayışının kodlarını deşifre etmemiz gerekmektedir.

Türk’ü diğer milletlerden farklı kılan ayırt edici temel millî özellikleri doğal olarak O’nu, İslâm’ı diğer milletlerden daha farklı algılama ve yaşama yönünde etkilemiştir. Bu farklılığı dinî eserlerde gözlemlemek daha kolaydır. Meselâ bizim câmilerimiz ve minarelerimiz estetik ve sanat açısından diğer İslâm ülkelerinkinden farklıdır. Bu durum, hem itikatta hem de amelde millet olarak seçtiğimiz inanç ve uygulama yollarının farklılığında da kendini gösterir. Tamamına yakını Müslüman olan Türklerin büyük çoğunluğunun itikatta Mâturidi, amelde Hanefî, tasavvuf anlayışında Yesevî olmalarını tesadüflerle açıklamak mümkün değildir.

Denilebilir ki, İslâm karanlıkları aydınlatan bir güneş gibidir.. Nasıl ki güneş dünyaya ulaştırdığı ışıklarıyla her canlıya kendi kâbiliyetine göre bir çeşit yaşama enerjisi verirse, İslâm da her ferde ve fertlerin oluşturduğu her millete, onların anlayış gücüne ve yaşayış tarzına göre bir enerji verir. Nasıl ki, iki biber çeşidi de aynı güneşten enerji almalarına rağmen yaratılış programlarındaki farklılıklar sebebiyle sonuçta biri tatlı diğeri acı biber oluyorsa, milletler de ayırt edici temel özellikleri sebebiyle, aynı dini kabul etmelerine rağmen, dinî hayatlarında bazı önemli farklılıklar ortaya koyarlar. Dolayısıyla, Araplar’ın kültürlerine ve coğrafyalarına göre içerik ve biçim kazanan bir Arap Müslümanlığı’ndan, Farslıların kültür ve coğrafyalarına göre içerik ve biçim kazanan bir Fars Müslümanlığı’ndan bahsetmek ne kadar doğal ise, Türk milletinin kültür ve coğrafyasına göre içerik ve biçim kazanan bir Türk Müslümanlığı’ndan bahsetmek de o kadar doğaldır.

Bilindiği gibi, İslâm öncesi dönemde Türkler tek Tanrılı bir inanç sistemine sahiptiler. Bu dönemdeki Türk inanç sisteminin “kut” ve “töre” kavramlarına bağlı olarak yapılandığı yönündeki değerlendirmeler, bizlere Türk Müslümanlığı’nı anlamak konusunda önemli ipuçları vermektedir. Yapılan araştırmalara göre, eski Türklerin inandığı Tanrı hem tek idi hem de "her şeye kâdir, âdil ve yarattığı her şeye gücü yeten ve gerçek töreyi koyan" bir özelliğe sahipti. Gök Tanrı’nın Kur’an’da belirtilen Allah’ın bütün özelliklerine sahip olduğu yapılan araştırmalarda açıkça ortaya konmaktadır.5

Türk kelimesinin anlamı üzerinde araştırma yapan bilim adamları bu kelimenin "törümek" fiilinden geldiği konusunda fikir birliği içindedirler. Töre sistemine bağlı kişi anlamına gelen Türk kelimesi "kut" kelimesiyle güçlendirilmiştir. Tanrı’nın insanın mutlu olması için sevgisinden dolayı bildirip kurduğu sisteme (töreye) uyarak hayatını düzene sokan insana Tanrı tarafından bahşedilen kutsal bir makam olan kut, yüksek bir ahlâkî dereceyi ifâde etmektedir. Toplumsal statüyü belirlemede ciddî bir etkinliği sahip olan kut kavramı ancak töreye uyduğu müddetçe kişilerin sıfatı olarak kalabilmektedir. Meselâ, Tanrı’dan kut alınmadan kağan olunamazdı. Kağan töreyi terk ettiği anda Tanrı, verdiği kutla birlikte, kağanlığı da ondan geri alırdı.

Kısaca ifâde edersek; "Tanrı türettikleri için bir nizâm koyuyor, buna töre deniyordu. Törenin hükümlerine uyan kimse ise Tanrı’dan kut alıyordu. İşte Türk, töreye uyarak Tanrı’nın her türlü ihsanına hem kafa, hem gönül, hem de maddî dünya nimetlerine, yâni kuta kavuşmuş kimsenin sıfatıydı. Yâni felsefî platformda Türklük, belli bir ahlâka ulaşmak şartına bağlı olarak kazanılan bir değer hükmündeydi. Bir ırk adı değil; bir dünya görüşüne, yâni töreye bağlılığı ifâde eden bir kavramdı."6

Tarihin belli bir kesitinde Türk milletine de bir uyarıcı, resul gönderildiğini söylemek yanlış olmaz. Böylece, tek Tanrı inancıyla, töreyle (Tanrı’nın indirdiği sistem) ve onun incelikli, hikmetli algılayış ve yaşanışı ile ulaşılan makamı ifâde eden kutla irşat edilen Türk milleti, İslâm ile tanıştığı güne kadar verdiği sözü, yaptığı biatı bozmadan yaşamıştır.

Töreye uyarak kut kazanma yolunda yürüyen Türk insanı Tanrı’nın sevgisini kazanmak için yaratılmışlara karşı şefkâtli ve cömert olmaya çalışmıştır. Bilgiye ve bilgelere saygı duymuş, devletine ve milletine hizmet etmeyi, onun varlığını sürdürmesi için fedâkârlık yapmayı kuta ulaşmada yerine getirilmesi gereken temel görevler olarak kabul etmiştir. Kapısına gelen her insanı Tanrı misafiri bilmiş, yedirmiş, içirmiş, barındırmıştır. Âdeta yaratıkta Yaradan’ı, halkta Hakk’ı aramıştır. Bu inanış ve yaşayış, sevgi ve hoşgörü duygularını yeşertip geliştirmiştir. Bu da millî kültürün evrensel değerlerini üretmiştir. Türk milletinin enerjik bir yapıya sahip olması bu özelliğinin gelişmesine uygun bir toplumsal zemin hazırlamıştır. Böyle olduğu içindir ki, Türk milleti İslâm’ı kolayca ve severek kabul etmiş, bağrından "yetmiş iki milleti bir gören" Yunuslar, kapısını, kafasını ve gönlünü herkese ardına kadar açan Mevlânâlar çıkartabilmiş, farklı ırklara, dinlere, mezheplere mensup birçok milleti bir arada barış içinde yaşatan evrensel imparatorluklar kurabilmiştir.

İslâm’ı kabulünden sonra, fıtratına, meşrebine ve karakterine uyan itikadî, amelî ve ruhî tercihlerde bulunan ve buna uygun toplumsal yapılanmalar gerçekleştiren Türk milleti kurduğu imparatorluklarla İslâm’a ve insanlığa daha geniş çaplı ve derin muhtevalı hizmetler yapma imkânı bulmuştur.

Türk Müslümanlığı’nın itikadî mimarı büyük Türk âlimi İmam Ebu Mansur Mâturudi’dir. Semarkand’a bağlı Mâturud kasabasında yetişen bu İslâm itikadının büyük imamı, diğer büyük itikad imamı Hasan El-Eş’âri’den, o dönemin sıcak tartışma konusu olan "Allah’ın zâtı ve sıfatı" konusunda ayrılmaktadır. Bu farklılık Yaradan ile yaratıklar arasındaki ilişkileri değerlendirmede önemli bir etkiye sâhip olmuştur. Kısaca ifâde edersek, Eş’âri "Allah’ın zâtı ve sıfatı birbirinden ayrıdır" anlayışını savunurken, Matüridi "İlâhî zat ve sıfat birbirinin ne aynıdır ne de gayrıdır" değerlendirmesini getirmiştir. Basitmiş gibi görünen bu farklılık, hayatın ve onun ayrılmaz bir parçası olan bilimin itikada bağlı olarak yaşandığı ve yapıldığı o dönemlerde önemli gelişmelere sebep olmuştur.

Eş’âri’nin yolunda yürüyenler (Araplar); içinde yaşadığımız âlemi, sıfatların yansıması ile oluşan bir “gölge âlem” olarak algılamışlar ve “gerçek hayatın”, zât tecellisiyle oluşan âhiret hayatı olduğunu kabul etmişlerdir. Bu bakış açısının etkisiyle bu âlemde mevcut olan fiziksel ve toplumsal olgular üzerinde araştırma yapmak, tefekkür etmek beyhude işler olarak görüldüğünden, İslâm’ın ilk yıllarında büyük bir atılım gösteren bilimsel çalışmalar birden bire durmuş, medreselerde sâdece âhiret bilgilerini içeren dersler verilmiştir.

Hâlbuki, Türk âlimi Maturidi, yaratılmışları Yaradan’ı anlatan O’ndan mesajlar taşıyan birer âyet, işâret olarak kabul ettiği için, bilimsel çalışmalar Türkistan’da durmamış gelişmesini sürdürmüştür. Yaratıkta Yaradan’ı görmeyi teşvik eden bu bakış açısı, yaratılmışların en şereflisi olan insanı her şeyin merkezine koymuş, aşk, sevgi ve bilgi büyük bir değer kazandırmıştır. Dolayısıyla insanı sevmek, onu hoş görmek, ona hizmet etmek ve nihâyet "her gördüğünü Hızır bilmek" inancı, Tanrı’yı her yerde hazır ve nâzır bilmeyi de beraberinde getirmiştir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, yaratıkta Yaradan’ı, halkta Hakk’ı aramak ve görmek Türk-İslâm tasavvufunun da temel bakış açılarını oluşturmuştur. Böylece, Türk coğrafyasında, Ahmet Yeseviler, Şâh-ı Nakşibendiler, Yunuslar, Mevlânâlar, Hacı Bektaş Veliler, Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler ve daha nice alperenlerin yetiştiği verimli bir imân ve yaşam ortamı oluşmuştur.

Diğer taraftan tabiatı incelemek, varlıklarda Allah’ın koyduğu yasaları bulmak ve bunları hayata uygulayarak insanın işini kolaylaştırmak gibi düşünceler; Ali Kuşçu, Takuyiddin, Uluğ Bey, İbni Sina, Farabi, El Cabir gibi Türk âlimlerini yetişmesindeki toplumsal ortamı hazırlamıştır. Kutup yıldızları olarak tarif edebileceğimiz bu insanlar, Türk Müslümanlığı’nın verimli düşünce ve inanç iklimlerinde yetişerek hem Türk milletine, hem de bütün insanlığa hizmet etmişlerdir.

Bazı araştırmacılar ve yorumcular, Türk Müslümanlığı’ndaki bu iki yönlü gelişmenin Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden dönüşünde, beraberinde 2000 civarında Eş’âri itikadına bağlı Arap âlimini İstanbul’a getirmesiyle önce yavaşladığı sonra da durduğu şeklinde görüşler beyan etmektedirler. Bu dönemle birlikte medreselerden tabiî bilimler kaldırılması, Osmanlı Türkçesi’nin Arapça’nın tam hâkimiyetine girmesi, Türk Müslümanlığı’nın enerji kaynağı olan tasavvuf ve tarikatların din dışı ilân edilmesi (İmam Birgivi dönemi 1522-1573), tasavvufla birlikte gelişen mûsikînin yasaklanması, Ali Kuşçu’nun öğrencilerinden Takuyiddin’in kurduğu rasathanenin, "Allah’ın işine karışılıyor" diye topa tutularak yıkılması gibi olumsuzluklar söz konusu yorumu haklı çıkartacak gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Yâni ne zamanki Türk Müslümanlığı’nın yerini Arap Müslümanlığı aldı, zihniyetlerde gelişmeyi sağlayan düşünce kanalları, gönüllerde ilâhî sevgi feyzini taşıyan rahmet kanalları daralmaya başladı. O dönemde Avrupa’da yaşanan bilimsel ve sosyal gelişmelerin de etkisiyle önce duraklama, sonrada gerileme ve çökme dönemlerini yaşadık.

Sultan Abdülhamit Han döneminde, modern okullar açılarak eğitim çalışmalarına hız vermek sûretiyle bu yanlış yoldan dönmek için çabalar gösterilmiş ise de, bir defa "atı alan Üsküdar’ı geçmiş oldu".

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, cumhuriyetin ilk yıllarında, ümmetten millete geçişin temellerini atmak, Türkçe’yi dirilmek ve güçlendirmek için Türk Dil Kurumu, Türk milletinde tarih şuurunu uyandırmak ve millî kültürünün ana kaynaklarını ortaya koymak için Türk Tarih Kurumu, Türk Müslümanlığını ayağa kaldırmak için de Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurumlar Türk milletinin kendi kültürünü yeniden üretme hamleleri olarak değerlendirile bilir.

İslâmlaşmak mı, Araplaşmak mı?

Büyük bir aşkla İslâm’a koşan Türk insanın, "Aşırı sevgi gözü kör eder" sözünü doğrularcasına, millî kimliğini bazı dönemlerde İslâmlaşmak adına Araplaşma tehlikesine mâruz kalmıştır. Şüphesiz ki bu olayda, Kur’an’ın Arapça indirilmesi ve Türk milletinin özel bir aşkla sevdiği Hz. Muhammed’in Arap toplumu içinden zuhur etmesi büyük rol oynamıştır. Birçok Türk aşireti kendilerinin daha iyi Müslüman olduğunu ispat etmek için öz dilleri olan Türkçe’yi Arapça ile değiştirmiş, güzelim Türk isimlerinin yerine Arap ve Fars adları almışlardır. Bazı araştırmacılara göre, bugün sâdece Mısır’da 10 milyon Türk asıllı insan yaşamaktadır. Bunlar kendilerinin Türk olduğunu bilmekte, fakat Türkçe konuşamamaktadır. Irak’ta, Suriye’de, Kuzey Afrika ülkelerinde çok sayıda Türk Araplaşmıştır. Diğer taraftan Yavuz’un Mısır seferinden sonra yoğunluk kazanan Arapçalaşma ve Araplaşma hastalığının, Türkçe’yi ve Türklüğü zayıflattığını söylemek yanlış bir hüküm olmayacaktır.

Bu Araplaşma eğilimi bugün bile varlığını kısmen sürdürmektedir: Bazı kesimlerde Arapça kelime ve tamlamaların ısrarla kullanılmaya devam ederken yine birçok samimi inanan insanımız, oğluna ve kızına en olmadık Arap isimlerini vererek daha iyi Müslüman olacağını sanmaktadır. Bâzıları da İslâm tarihini Araplar’ın tarihi derekesine indirme gayretkeşliği içinde bulunmaktadır. Öte taraftan siyasal ümmetçi kesimlerdeki Araplaşma eğilimi gizli bir Arap milliyetçiliğine sebep olmakta, bunlardan bazıları meselâ, Mehmet Akif Ersoy’un Mehmetçiği “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyerek övdüğü muhteşem Çanakkale Zaferi’ni, Necef’te yapılan bir sokak çatışması ile karşılaştırma küstahlığında bulunurken, söz konusu sokak çatışmasını “Çanakkale Zafer’inden bin defa daha faziletli” olduğunu ifâde edebilecek kadar Arap milliyetçiliği yapabilmektedirler. Araplaşma tehlikesi için alınması gereken tedbirler Farslaşma tehlikesi için de düşünülmelidir.

Sonuç

Maturidi’nin itikatta, Ebu Hanefi’nin amelde, Ahmet Yesevi’nin tasavvufta ortaya koydukları temel ilkeler; en genel anlamıyla İslâm’ın şeriat, tarikat, marifet ve hakikat boyutlarının Kur’an ve sünnete dayalı ölçü ve usûllerini belirlemektedir. Bu ölçü ve usûller Türk’ün narin, ince ve içtenlikli ruh dünyasında Türk-İslâm tarihi boyunca olgun bir güzellik olarak yansımıştır.
Türk’ün ince zevki, mütevazı cömertliği, canlandırıcı ataklığı, atılımcı cesâreti, kısacası alp-eren özelliği kendisini en fazla Türk-İslâm tasavvufunda göstermiştir. Ahmet Yesevi’nin yaktığı ocakta pişirilerek cümle canlının hizmetine koşulan alp-erenler, Anadolu’nun Türk-İslâm yurdu olmasında da birer mânâ ve madde mimarı olarak görev yapmışlardır.

Özellikle Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun kurulmasında, yükselmesinde bu mimarların katkıları hem nitelik hem de nicelik alanlarında oldukça fazladır. Devletin kurucu mayasının atılmasında Şeyh Edebâli’nin, insanlarımıza umut aşılanması ve millî birliğin sağlanmasında Yunus Emre’nin, entelektüel yapının hazırlanması ve işlenmesinde Mevlânâ’nın, Türk ordusunun yapılanmasında Hacı Bektaşi Veli’nin, toplumsal yapının meslekî boyutunu sağlam temellere oturtmada Ahi Evran’ın, zanaatkârlığın teşviki ve imparatorluğun olumlu hedeflere yönlendirilmesinde Hacı Bayram-ı Veli’nin ve daha binlerce mâneviyat ulularının, gazi dervişlerin hayırlı katkıları rahmet ve minnetle anılması gereken hizmetler olarak sıralanabilir

İnançta Türk alimi Mâturidi’ye, uygulamada Türk alimi Ebu Hanifî’ye, tasavvufta Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’ye dayanan Türk Müslümanlığı’nın günümüzde stratejik bir değer kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Arap ve Far Müslümanlığı’ndan beslenen ve küresel hegemonların yeni dünya tasarımında birer alet gibi kullanılan terörist gruplar; “barış, huzur ve sevgi” dini olan İslâm’ın, “inanma” ihtiyacı içindeki insanlıkla buluşmasına ve kucaklaşmasına engel olmaktadırlar. Meydana gelen bu olumsuzluk, görüldüğü kadarıyla, Türk Müslümanlığı anlayışı ile ortadan kaldırılabilir. Çünkü bu anlayış ve yaşayışın özünde insanlığın aradığı evrensel huzurun beslenip güç alacağı ana kaynaklar potansiyel olarak yeteri derecede mevcuttur.

Dipnotlar

1S.Ahmet Arvasi; Türk-İslâm Ülküsü, Cilt: 1, Burak Yayınevi, İstanbul.
2 Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi.
3 El-Fatır Süresi, Ayet 15
4 El-Rum Süresi, Ayet 30
5 Sait Başer; Gök Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmâü'l-Hüsna Açısından Bakış, İstanbul, 1991.
6 Sait Başer; Kutadgu Bilig'de Kut Ve Töre'den Sevgi Toplumuna, Ankara,1990.